Ayîne Dergisinden Abdurrahman Badeci Faysal Soysal’a Sordu-2

Abdurrahman Badeci: Sinemanın bizim camiaca, yani muhafazakâr camiada hala kabullenemediğimiz bir tarafı var. Sanatın da öyle… Müziği de resmi de sinemayı da… Şimdi biz sinemayı nerede konumlandır malıyız kendi hayatımızda? Bizim için ne ifade ediyor, ya da etmelidir. Ya da sizin için ne ifade ediyor, ya da etmelidir.

Yani modern dönemde -biraz daha aslında realist olmam gerekirse- sinema, kitapların yerini tutmaya başladı. Yani bir film aslında bir kitap diyelim. Bu bir sinema eseri diyelim. Film de diyelim ki bir şiir eseri. Şiir kitabı gibi benim için. Ben nasıl arada İsmet Özel okuyorsam arada Turgut Uyar okuyorsam, arada bir de Bela Tarr okuyorum…. Böyle biraz görmek gerek ama kitap her zaman önde duracak. Çünkü kelimelerin başka bir gücü var. Biz konuştuğumuz müddetçe kitap var olacak. Çünkü dil konuşmayla iş gören bir organ. Konuşma yazıya dökülecek bir şekilde. Yazıya dökülmese de başka bir şeye dökülecek. Biz susarsak, evet o zaman yazılan şey kelimelerden ziyade belki artık biraz daha görsel dünya ortaya çıkacak ve sinema daha da zenginleşecek. Çünkü insanın içindeki karmaşalar, kavgalar bitmeyecek ve büyüyecek gittikçe. Bunları artık biraz daha sustuğumuz için susan resimlerle konuşur hale getireceğiz. Başka bir dil bularak sinemada yeni formlar, yeni deneyimler bularak ortaya koyacağız. İnşallah öyle olmaz çünkü konuşmadığımızı ya da artık konuşmak istemediğimizi düşünsenize; muhabbetimizin biteceği yani merhametin biteceği an o zaman.

Sinema varlığa yaklaşan bir araç olarak ve ortaya koyduklarıyla başka bir araç(la) elde edilemeyecek kadar kendine özgü müdür?

Kendine özgü değil. Direkt toplama bir zanaat zaten ama kendine özgü olduğu çok özel durumlar var. İstisnalar var diyelim. Bahsettiğimiz yönetmenler, bu sahanın istisnaları işte. Kendine özgülüğü var etmiş ama o yönetmenle var etmiş, sinemanın kendine özgülüğünden burada bahsedemeyiz. Yani sinemanın geneline baktığımızda böyle bir şey yok.
Hayır, ben teknik olarak sinemadan bahsetmiyorum. Film olarak sinemadan bahsediyorum.
Film olarak düşündüğümüzde evet bu potansiyele sahip kendine özgü kendi diliyle bir şey var etme yolunda ve başarısında olmuş. Bunu ispatlamış artık. Bu saatten sonra bunu söylememek biraz haksızlık olur. Ama bu paraya dönen veya çıkara ilişkin bir şey olmadığı için çok talep edilen bir durum değil. Yaygın değil. Normali bu zaten. Az evvel bahsettiğim müzikte, resimde, şiirde de durum aynı. Yani kendine ait, kendine özgü, yönetmene birebir özgü bir film eseri var ortada, sürekli olmalı da. Eksikliği sinema endüstrisinin tökezlemesi demek zaten.

Sinema aslında diğer araçlarla ifade edilenlerin sadece başka bir dile çevrilmesinden ibaret bir sanat, mı? Yani edebiyatla ifade edilebilecek ya da bir sözle ifade edilebilecek şeyi sözle değil de görüntüyle ifade etmek midir?

Öyle de diyebiliriz. Ama daha az ifade edebiliyoruz.
Sinemanın kendine haslığı falan kalmaz o zaman.
Yoktur ki öyle bir şey. Kendine haslığı yoktur zaten.

O zaman Tarkovsky hemen kendini akla getiriyor yani ben büyük yönetmenlerden bahsediyorum. Siz yönetmen sineması diyorsunuz yani?

Evet, yönetmen sineması… Onu yönetmenler yapar yani. Kendileri yapar. Sinemanın kendisi yapmaz aslında. Sinemanın yüzde doksanı çöptür, yüzde onu filmdir. Sanat üzerine konuşulabilecek şeyler. Diyeceksin ki, şiirde de öyle değil midir? Orada da öyledir belki ama sinemada olduğu kadar değil yani.

Sinemaya bakışınızın tekâmülü hakkında ne söylemek isterseniz? Sinema ile ilgili düşünceleriniz sinema dilinize nasıl yansıdı?

İnsanoğlu vurulduğu, çarpıldığı bir nesnenin, bir oluşumun etkisinden kolay kolay kurtulamaz. Aşk bu vurgunun nasıl bir şey olduğu ile ilgili bize ciddi anlamda yardımcı olur. Bazen kutsal bir öğreti, manevi bir deneyim, fikirsel bir öz ve önemlisi sanat eseri ile karşılaşma. Film sanatı ile doğrudan tanışmadan önce hepimiz aslında TV izleyerek bazı filmler izleyerek bu üretim-yapım ile ilgili bazı fikirlere sahip oluruz. An gelir bütün bunların içinde gibi gözüküp ama onlardan organik olarak tamamen ayrılan bir yapıt ile karşılaşır ve vuruluruz. Ben de ilk defa Tarkovski, Makhmelbaf, Kiarostami filmleri izlediğimde öyle oldum. Ardından bu işin matematiğini, tekniğini, mutfağını öğrendikçe bu işten soğumaya ve tiksinmeye başladım. Zira onu var eden araçlar hiç de onun kadar masum ve temiz değildi… Hayatımız gibi kirli, hayatımız gibi çıkmazdaydı. Bugün sinema ile ilgili çok fazla umutlu olduğumu söyleyemem.

Sinema ile bağınızı bu kadar diri tutan şiir olmuş. Bugün Türk şiiri bir kabız yaşıyor. Sinemada Türk şiirinin imkânlarını nasıl kullanıyorsunuz?

İlk sorunuza verdiğim cevap üzerinden hareket edecek olursam, bugün şiir ile ilgili kaygılarım var. Şiirin varlığını, şairin varlığını hala yanı başımda hissetseydim hiç durmaz sinema ile ilgili, müzik ile ilgili, hatta hayat ile ilgili daha umutlu duygular besleyebilirdim. O yüzden Türk şiirinin yeni imkânlarını kullanamıyorum ama eski imkânları ile hayatta kalmaya, film yapacaksam oradan ilham almaya gayret ediyorum.

Üçyol’un katmanlı yapısının özünde, hakikat, rüya ve dünya var. Sinemadaki katmanlı yapı… ve zaman meselesine eğilelim.

Bünyamin’in ve Zrinka’nın iç dünyalarına dair sıkıntılarını da uzun rüya sahneleri ve şiir aracılığıyla aktarmak isteyince hikaye uzadıkça uzuyor. Ya da seyirci olarak ben öyle hissettim. Filmdeki zaman –kastettiğim hikayenin/senaryonun zamanı- ile filmin kendi zaman birbirine denk düşmüyor gibi. Sinemanızda zaman meselesine nasıl bakıyorsunuz.

Filmin içinde bir tek zaman vardır o da yönetmenin kurmak istediği ve tasarladığı zaman. Uzan planlar ya da kısa planların bunun süresine etkisi sadece seyirci üzerinde tecrübe edilebilir. Bunun somut bir değeri yoktur. Her insandan insan da değişir. Filmin hikâyesinin doğrusal zamanı ile rüyanın zamanı paralel gidiyor. Finalde ise ilerleme bir noktada kesişerek rüyayı gerçeğe, gerçeği rüyaya katıyor. Filmin asıl meselesi de bu zaten; bir rüya uğruna insanoğlunun günahlarından ve vicdan azabından kurtulması. Bu da var olan zamanda rüya anını yakalayıp başkası olmaktan kendi olmaya doğru bir akışla gerçekleşiyor.

Üçyol’daki yoğun sembolizmin filmin şiirselliğine zarar verdiği yönündeki eleştirilere yönelik ne söylemek isterseniz?

Ortada sembolik bir dil yok. Sade bir aşk hikâyesi ve rüyalarda eski bir menkıbenin gölgesinde ilerleyen vicdan çatışması var. Hem sembolizm, şiirselliğe nasıl zarar veriyor onu da anlamış değilim. Parajanov’un ‘Narın Rengi’ filmi her yönüyle sembolik hatta iyi dersinizi çalışmadığınız vakit hiçbir göndermenin neden ve sonucunu yakalayamıyorsunuz. Bu Türk sinemasına (Türk sineması diyebileceksek eğer, şüpheliyim bu konuda) eklektik olarak giren ve festival tüccarlarının altınmış gibi önümüze koyduğu minimalist filmlerin yaygınlaşmasından sonra sözüm ona bazı aklı kıt eleştirmenlerin yumurtladığı bir dedikodu.

Sembolik dil şahsidir. Doğru. Sanatın genele ulaşmak için verdiği kavgada mağlup olur. Ama sanat sadece genele ulaşmak için mi kavga verir. Öznele, özele ulaşmak için çırpınan sanatın hiç mi değeri yok. Filmde bir planı ya da resmi şiir yapan bir tek sebep yok ki. Hareket, ışık, ses ve bunların insan-nesne ile kurduğu ilişki yeni bir biçimle ortaya çıksa ve  şiir dile ile konuşacak olursak buradan bir imge var ederse buna şiirsel diyebiliriz ama yine de şiir diyemeyiz. Zira şiir kelimelerle var olur. Filmin resmi ve resimdeki hareket şiirin kelimeleri kadar tarih ve zamanın biriktirdikleri yükleri taşımazlar. O yüzden iki resmi yan yana yeni bir biçimle ortaya koymak şair ya da sanatçı olduğumuzu göstermez.

Günlük hayata dair diyaloglar filmlerinizde epeyce az. ‘Üç Yol’da tüm duyguları şiir dizeleri ile aktarıyorsunuz. Kısa filmlerinizde de –İthaki- aynı üslup söz konusu. Bunun sinema dilinizdeki yeri nedir?

Sinema, roman gibi doğal ve gerçeği yansıtmalı anlayışına karşıyım. Gerçek hayattaki deneyim gerçek hayatta yaşanır. Bunun tekrar edilmesini ikiyüzlülük olarak ve pornografik bir çaba olarak görüyorum. Görünenin arkasındaki mesele beni ilgilendiriyor. Bunun da gündelik olmayan, alışılmış olmayan ve sanatçının kendine ait kuracağı yeni bir yapı ile mümkün olacağına inanıyorum.

Film zaman zaman didaktik bir üsluba kayıyor. Belgesel görüntülerden bahsetmiyorum daha ziyade şiirin yoğun olarak kullanılması, günlük diyalogların özellikle şiirsel bir üslupla verilmeye çalışılması. Hikâyenin de alt metnine odaklanmamızı engelliyor gibi.

Evet, bazı yerlerde böyle hissetmiş olabilirsiniz. Yazılan diyalogların oyuncuların oyunu ile uyuşmadığı ya da zayıf kaldığı yerler var. Bunu kabul ediyorum ama bunun böyle algılanmasının bir sebebi de yukarıda bahsettiğim gibi eleştirmenlerin ve bazı yönetmenlerin Türk Sinemasında yarattığı yanlış algıdan kaynaklanıyor. Filmde şiir okumak şiirselliği ve inandırıcılığı azaltmaz. Bunu nasıl yaptığınız önemli tabi. Göze batırmadan yapmak gerekiyor ama sinemada şiire karşı bir antipatinin var olduğu da ortada…

Sinema şiir ilişkisine geçmeden evvel şiir nedir? Neyi ifade eder? Ne mene şeydir? Kısacık fani dünya içinde yeri nedir?

Bu soruların cevabı sorulduğu gibi peş peşe verilmiyor tabi. Hazmı kolay olmayan bu soruların en azından birine cevap vermeye çalışayım. Hani bir an gelir de tıkanırsınız ya. Kalbinizde, boğazınızda düğümler oluşur. Tarife gelmez, dile dökülmez bir haldesinizdir. Gidecek bir kapınız, sığınacak bir durağınız, açılacağınız ve sizi kurtaracağına inandığınız kimsenin olmadığı duygusuna kapılırsınız ve sonra bir metin ile karşılaşırsınız sizdeki bütün düğümü çözüp sizi bizzat kendinizle baş başa bırakır sonrasında da bütün ağırlıklarınızı alıp götürüyorsa işte o metin şiirdir. Ya da siz bir şeyler yazarsanız, öncekilere benzemeyen ve yeni bir şey. O da sizi başka bir tecrübeye götürüyorsa ve huzur alanına taşıyorsa şiirdir.

Şiirin hakikat ile ilişkisi?

Bir ilişkileri var mı bilmiyorum ama biri var olduğunda diğerine ihtiyaç olmadığını söyleyebilirim. Hakikate ulaştığını düşünüyorsa bir zihin, şiire ihtiyaç duymaz. Aynı şekilde bir ruh şiirle çarpılmışsa ve şair olmuşsa yazıp yazmaması önemli değildir. Hakikati aramaya vakti ya da bir kaygısı olmaz ki. Müşriklerin Efendimiz(s.a.v.)’i hakikatin temsilcisi değil de şair olarak yaftalamalarında ibretlik dersler olduğunu düşünüyorum. Modern dönemde hakikatin yoksunluğu ile açılan yaramızı bir nebze de olsa şiirle teskin etmeye çalışıyoruz. Tabi bunu felsefe ile din ile yaptığını iddia edenler de yok değil. Onlara gıpta ediyorum. Şiir varlığı ile zaten en büyük bir iddiadır.

Şiir ile sinema ilişkisini nasıl kuruyorsunuz? Şiire bir edebi form olarak mı bakıyorsunuz yoksa tüm sanatların hakikat ile bağının dolayımsız kurulmasına imkân sağlayan bir üst dil olarak mı?

Bana göre iyi şiir herhangi bir iddia taşımaz. Kendisi varlığı ile zaten en büyük bir iddiadır. O yüzden hakikate ulaştırmak, hakikati var etmek gibi vazifelere soyunan şiirin düz yazı ile entelektüel bir doyum sağlamaya çalışan metinden tek farkı birinin samimi, diğerinin ikiyüzlü olmasıdır. O yüzden hakiki şiir ikiyüzlü olamaz. Bakın yana yana durdukları bir yer oldu şiir ile hakikatin. Ama tabi bir diğerinin sıfatı olarak…

Şiirin sinema ile ilişkisi şiirin hakikat ile ilişkisi ve sinemanın hakikat ile kurduğu ilişki nasıl bir ilişkidir?

Çok derin sulara açılıyorsunuz ama ben sandığınız kadar iyi bir yüzücü değilim. Kendi düşünce alanımın içinde olduğu için şiir ve sinema üzerine birkaç laf edeyim sadece. Şiir müzik dışında bütün sanatların şahıdır. İçinde müzik yok mudur? Vardır tabi. O yüzden müzikten biraz geridedir ya. Şiirin içinde kendisinden başka bir şey vardır ama müzikte kendinden başka bir şey yoktur şeklinde bir açıklama ile parantez açalım. Sonra da şunu ekleyelim: Şöyle düşünelim her şeyin merkezinde eşref-i mahlûkat olacaksa müzikte insan ile eser arasında ne kadar büyük ve farklı engeller var değil mi? İyi bir sazınız, sizin için doğru olan bir sazınız yoksa insana değen nağmeleri var etmede ne kadar güçlük çekersiniz değil mi? Peki ya şiir? Kör dahi olsanız, sağır dahi olsanız, hiçbir sazı ya yazma makinasını kullanmayı bilmeseniz bile en ilkel düzeyde çok iyi bir şiir var edebilirsiniz. Şiirde yegane şey sahici ve hakiki bir kumaşa sahip olmanız. Diğer sanatlarda ihtiyaç duyduğunuz unsurları sıralamak istediğinizde sözcükler bazen yetmiyor. Neler de neler… Şimdi bir daha düşünelim iyi bir film için -bakın endüstriyel bir sinema ürünü bile demiyorum- nelere ihtiyaç duyar insan? Kamera, şaryo, ışık, oyuncu, kostüm, dekor vb… Hadi bunları geçelim işin özüne dair yalana ihtiyaç duyar mı? Hem de nasıl. Peki, sinema bu durumda hakikatle nasıl bir ilişki kurabilir? Belki bir yolla. Yollarını şaşırıp sinema salonunda kaybolmuş birilerine tekrar şiirdeki sahici, gerçek ve yalancı olmayan insana dolaylı, çağrışımlar yoluyla işaret ederek. Camiamızdaki sinema ya da şiir yoluyla var edildiği sanılan manevi ortamları dağıtmak istiyorum bunlar pazarlamaya konu olmamalı.

Kısa filmlerinizde ve son filminizde bir manevi alan inşa etmeye çalışıyorsunuz. Bunu da şiir ve rüya üzerinden yapmak gibi bir gayretiniz var. Özellikle son filminizde tek boyutlu bir gerçeklikten ziyade, o gerçekliğin izdüşümleri var. Bu kıvamı elde etmeye uğraşırken manevi olanın sinema ile bağını nasıl kuruyorsunuz?

Doğrusu benim böyle iddialarım yok. Hangi alanı inşa etmek istediğim, emekli olduğumda kendime nasıl bir köşe tasarlıyorum şeklinde planlarım yok. Bu anlamda biraz oyunbozan olduğumu kabul ediyorum. Yani şöyle sorsaydınız, kendimden biraz gurur duyar mutlu olurdum. Camiada sinema yoluyla manevi bir dünya tasarlayanlar var. Siz onu yıkmaya mı çalışıyorsunuz? Evet, ben camiamızdaki sinema ya da şiir yoluyla var edildiği sanılan manevi ortamları dağıtmak istiyorum. Zira bunlar pazarlamaya konu olmamalı. Bunlar kişinin kendi dünyasında ve kavgasında nevi şahsına münhasır durumlar. Birileri bunların avcısı ve çiftçisi diye piyasada gezmemeli. Gördüğüm her yerde, yazdığım her metinde bunların düzenlerini bozmak istiyorum. Bunu yaparken ben de bir türlü başka bir maneviyat mı pazarlıyorum, bilmiyorum ama en azından bunu maneviyatçılara pazarlamıyorum. Bu iş üzerinde hakiki anlamda soruları olanların kafasına bir soru da ben ekleyeyim istiyorum.
Bir hakikat sineması perspektifi için üzerinde tefekkür edilebilecek sinematografik biçimler olduğuna inanıyor musunuz?

Böyle bir sinema perspektifi ya da türü olduğuna inanmıyorum. Daha doğrusu sinema türleri yoktur. Film Türleri, Janrları bir konu üzerine ortaya çıkmaz. Biçimler üzerine ortaya çıkar. Yani hakikat sineması, rüya sineması, aşk sineması hatta Hint sineması, Türk sineması gibi sınıflandırılmalar işimizi sadece tanımlama açısından kolaylaştırdığı için başvurduğumuz isim tamlamaları. Hiçbirinin sıfat değerinde hükmü yok. Film sanatı garip ve neredeyse sayılamayacak imkânlara sahip. Her yönetmen kendi kültürü, terbiyesi, aksiliği, çılgınlığı ile birlikte öyle bir biçimle ortaya çıkar ve hakikate öyle bir yol gösterir ki bu daha önce sizin tasarladığınız, üzerine tezler yazdığınız biçimlerin dışında olabilir. Sinematografik biçimleri yönetmen kendi yaşadığı mekân ve zamandan ve biriktirdiği sanatsal birikim ve yoğunluktan devşirir. Ismarlama biçimlerle ne yönetmen olunur ne de hakikatle ilişkili bir merama dokunulur.
Sinema kendine has bir sanat değil. Çakma bir sanat.

Filmde sesleri, nesneleri belli bir anlama gebe bıraktığınızı söylemişsiniz bir röportajınızda. Yani onların daha derin bir anlamı temsilen birer imge olduklarını söylemişsiniz. Sinemanın edebiyatın müziği imkânlarını kullandığı bir şey belki de bu. Sinemanın diğer sanatların imkânlarından bu denli görünür yararlanması, görüntünün saflığına yani sinemanın kendine haslığına zarar vermez mi?

Sanırım tekrar yenilemem gerekiyor. Sinema kendine has bir sanat değil. Çakma bir sanat. Toplamda sanat bile değil ‘zanaat’ demek daha yeri olur ancak bazı filmlerin özelinde sinemayı sanat kabul edebiliriz. Bunun da sebebi o filmlerin birebir doğrudan neredeyse bütün özellikleri ile yönetmenin dert ve tasasını taşıyan öz ve biçimlerden meydana gelmesi. Şair kelimeleri nasıl bağlamlarından koparıp yeni bir görevle şiirine sokuyor ve ona kendi acısından sesler, anlamlar veriyorsa yönetmen tabi ki kullandığı seste, ışıkta, renkte böyle bir çabaya girişmeli. Benim yapmaya çalıştığım da bu zaten. Başarılı oldum mu, olabilecek miyim? Onu gerçekten ben bilemem. Şiir ayrı edebiyat apayrı bir şey… Edebiyatın şiirin yerine dolduramayacak metinler ve meramların at koşturduğu daha popüler bir alan olduğunu röportajımızın başında özellikle belirttim. Bu sebeple şiirden uyarlama diye bir film saçma bir tabir oluyor. Romandan, hikayeden uyarlama eserleri görmekle iktifa etmek şimdilik yeterli. Film sanatı dolaylı bir anlatım yöntemini tercih eder. Ana akım sinema doğrudan hatta manipüle ederek size hikaye anlatır.

Müslüman sinema diye bir şeyin varlığın / var olabileceğine inanıyor musunuz? Eğer mümkünse böyle bir şey nasıl bir teorik ve uygulamalı zeminden inşa edilmeli?

Müslüman sinema diye bir tabir olsa olsa safsata olur. Ticari ya da politik olarak bir anlamı olabilir bunun. Geçmişten gelen tecrübeyle ticari ya da politik bir hamle olarak bu tarzlar renkli iddialar peşinde birileri bayağı bizi oyaladı. Müslüman televizyon diye bir şeyi tartışırlardı bir dönem abiler ya da Müslüman gazete. En kötü örnekleri de maalesef onlar gösterdiler. Müslüman parti gibi… Ortaya çıkışı Batılı olan bir olgu hoşuma gitti diye yıllarca bunu bizim mahallede nasıl satarız hesabına olmadık yorumlar, yakıştırmalar, fetvalar peşinde koştuk. Bu işin endüstriyel, tüketim boyutu. Gelelim işin hakiki boyutuna; biz Müslüman şiir diye bir tartışma ortaya atıyor muyuz? Atabiliyorsak o zaman kâfir şiir de mi var diye sorarım ben size. Has sanatın kâfiri Müslümanı olmaz. Sanat hak üzerinde duran ya da şirk üzerinde duran her beşerin insan kalan tarafını fark etmesi ve kendi yerinde durma bilincini, çektiği acıların gölgesinde yeniden sağlamlaştırır ya da sorgulatır.

Film sanatını edebiyat gibi dolaylı ve ‘simgesel’ bir sanat olarak mı inşa edeceğiz, yoksa edebiyatın ruhunu kavrayıp, filmi tümüyle kendi imkânlar alanında yeniden mi inşa edeceğiz?

Film sanatı hatta sanatların hepsi dolaylı bir anlatım yöntemini tercih eder. Düz yazı dolaylı bir anlatımın değil doğrudan aklın ve önermelerin üzerinden giden bir anlatımı ortaya çıkarır. Uyarlanan edebiyat eseri eğer hakiki bir eser ise zaten uyarlanamaz. Kötü bir reprodüksiyon malzemesi olur. Yok, zaten zayıf ve işlevsel bir ürün ise ondan sanat eseri çıkarmanız da mümkün. Dediğim gibi bu yönetmene ve derdini anlatmadaki başarısına bağlı.

Müslümanca, Müslüman hassasiyetiyle bir sanat icra etmek söz konusu olduğunda işin içine etik, estetik ve metafizik devreye giriyor? Bu dengeyi nasıl sağlamalı?

Sanat icra ettiğimizi iddia ediyorsak her halükarda bunlar işin içinde zaten. Müslüman olalım olmayalım. Müslüman olmak diğer sanatçılardan ancak şu farkla bize meziyet ve üstünlük sağlayabilir: Eserimizi var etmeye çalışırken ahlaki ölçütler içinde mi yapıyoruz bunu yoksa diğerlerinin yaptığı gibi dayatılmış, alışılagelmiş sistemin kabulleri ile mi yapıyoruz? Ayrıca ortaya çıkan sonucu kendimize, kibrimize mi yoksa Allah’ın verdiği bir nasibe mi yoruyoruz. Gördüğünüz gibi bunlar kişinin bireysel, iç dünyasını ilgilendiren ölçüler kimse bunun sanatının oluşumunda birinci derece mi, sonuncu derece mi etkin olduğu ile ilgili bir yorumda bulunma gafletini göstermemeli. Zaten inançlı biri ise bunları dile getirmekten, ifşa etmekten imtina eder. Tevazu ile bu, Rabbimden gelen sonuçtur diyerek kendi içinde şükrünü icra eder.

Ülkemizde Semih Kaplanoğlu ve ‘Derviş Zaim’ dışında İslam ile film sanatının hem içerik hem de sinematografik ilişkisi üzerine düşünüp üreten çok az yönetmen olduğunu biliyoruz. Bu yönde bir çabanın ne tür çıktılar üretmesi gerekir sizce?

Yukarıda değindiğim gibi bir şiirin Müslümanı, kâfiri olmaz. Şiir dil ile icra edilen bir sanat olduğu için doğrudan milli değerler üstünden gider. Şiir kadar milli bir sanat yoktur desek yeridir. O yüzden Türk şiiri ya da Fransız şiirinden bahsedebiliriz. Ancak Türk olmasına, Müslüman olmasına rağmen bir adamın Türk filmi ya da Müslüman filmi yaptığını söylemek, anlatmaya çalıştığım gibi bir pazarlama ya da politik bir duruma götürür bizi. Oysaki Türkiye’de yaşayan bir Kürt, Laz, Ermeni üstlerinde bulunan politik kimlikleri bir kenara bırakıp hakikat adına bir film yaptıkları zaman neden onu Türk Sineması dışında ya da Müslüman sineması dışında değerlendirelim ki? İşte böyle bir sınıflandırma yaptığınız zaman her şey karışır. Filmin ya da şiirin hakikatteki, zaman içindeki yerine bakmalı. Bir yönetmeni politik görüşümüzü, kavgamızı okşayan birkaç sahne filminde var diye bugün ona özel bir yer verirsek yarın estetik bir kaygıyla başka bir şeyi tartışmaya açtığı vakit aforoz etmeye kalkarız. Yönetmenin ahlaki duruşu, dünya görüşü doğal olarak bazı formlarda filme yansıyacaktır ama bunlar filmin esas meselesinin önüne geçmemeli.

Kasım 2015

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir