İnsan Hiç Olmadığı Kadar Yalnız-Ceviz Ağacı Üzerine Söyleşi-Emel Seçen

https://www.cumhuriyet.com.tr/kultur-sanat/yonetmen-faysal-soysal-insan-hic-olmadigi-kadar-yalniz-1950241

İNSAN HİÇ OLMADIĞI KADAR YALNIZ

EMEL SEÇEN, YENİ ÖDÜLLERLE CALİFORNİA’DAN DÖNEN CEVİZ AĞACI FİLMİ HAKKINDA FAYSAL SOYSAL’ A SORDU

-Belki bildik olacak ama bunca ağaç kıyımları sonrasında, Ceviz Ağacı birazda tüm doğanın ne kadar yalnız olduğunun simgesinin bir göstergesi diyebilir miyiz?

Belki bu soruyu kendi filmimiz bağlamında şöyle değiştirsek daha anlamlı olur sanki. Gerçek anlamda insanın ne kadar yalnız olduğunu gösteriyor. Doğa her şey rağmen bir şekilde kendini yenilemenin ve diriltmenin yolunu buluyor. Hatırlarsanız Çernobil’e rağmen orada şimdi vahşi hayvanlar türemeye ve ağaçlar yeşermeye başladı ama sizce doğayı ve ötekini yok etmeyi alışkanlık haline getiren insan bir daha kendini diriltebiliyor mu? Tabi ki İnsanı da eğer doğanın bir parçası olarak düşünürsek o da mutlak anlamda yenilenip kendini diriltme yolunu bulacaktır ama bu ancak bir başkasının yardımı ve diğergamlığı olmadan o kadar da kolay olmuyor. Modern dönemde insan bugüne kadar hiç olmadığı kadar yalnız.

-Filmin çekim süresi, Göynükte kapsamlı bir proje ama içlerinde en önemlisi doğaya zarar vermeden çekim yapmak. Bu detayları paylaşır mısınız, mesela Alabalık, ağaç sahnesi.

Evet, pek kimsenin üzerinde durmadığı bir noktaya parmak bastınız. Bizim için süreci en çok uzatan problemlerden biriydi. Orta sınıf bir ailenin evinin bahçesinde kurumuş bir ceviz ağacı bulmak. Dışarda doğada kurumuş ceviz ağaçları vardı. En sık önerilen onlardan birini söküp çekim yapacağımız bahçeye dikmek. Bunun o kadar mümkün olmayacağını biliyordum. Orman müdürlüğü yetkilileri ile görüştüğümüzde bize sonbahar’dan önce bir ağacın bütün yapraklarının zorla döktürülmesinin onun ölümüne sebep olacağı ama sonbahar’da ağaç yaprak dökmeye başladıktan hemen sonra diğer yaprakların da koparılmasının ağaca bir zarar vermeyeceği bilgisi paylaşıldı. Biz de çekim yapacak evi ve bahçesindeki ağacı belirlediğimizde çekim takvimini sonbahara aldık. Ağacın yeşerdiği son sahnelerle çekime başladık ve son haftaya da ağacın kurumuş halini çekeceğimiz sahneleri bıraktık.  Ağaca 2 sahnede balta vuruluyor ama oralarda kamerayı arkaya konumlandırıp gerçek anlamda başka bir kütük bağlayarak, oyuncularımız o kütüğe balta salladılar. Bazı sahnelerdeki balta izlerini ise visiual effect ile çözdük. Seyirci onların gerçek balta izleri olduğunu düşünebilir ama hepsi fake. Balıkları da bir alabalık çiftliğinden getirttik. Uzak mesafede oldukları için onları hızla getirip daha canlıyken çekimi yapıp göle salmaya gayret ettik. Sanırım bizim sayemizde 3 balık bize yem olma yerine gölde yolunu bulup hayata devam ettiler.Bir de kurguda attığımız bir yavru kuş sahnesi vardı. Hayati onu düştüğü yuvasına koymaya çalışıyordu. Orda da küçük bir kuş almıştık pazardan, yapma kan dökmüştük bir kanadına. Onu da sonradan saldık doğaya…

-Hayati, topluma göre zor görünen bir karakter, oysa içinde pek çok şeyi barındıran suskunluklarını tam olarak haykıramayan ve toplumu içinde hep edebiyatta kalarak kendini ayakta tutuyor. Sizce yazarlar, hep içlerinde travmatik hikâyeler saklarlar mı? Yoksa ürettikleri, duyumsadıkları mı travmatik hale sokar. Ve gerçek bir Hayati karakteri üzerinden mi evrildi film, yoksa tamamen kurgu mu?

Hikaye tamamen kurgu. Sadece Varlık yayınlarından çıkan edebiyatta Caniler adlı romandanki bir cinayet hadisesinden esinlendiğimi söyleyebilirim. Sadece edebiyatçılar değil bütün sanatçılar aslında bir uyumsuzluk sendromu yaşarlar var oldukları toplum ve yaşamak zorunda kaldıkları hayat ile. Bunun mutlaka bir travmatik olay sebebiyle gelişmesi gerekmez ama bazen böyle bir olay onların elini kolunu bağlayarak bazı durumları daha şiddetli yaşamalarına ve daha yaralı bir şekilde idame etmelerine can çekişmelerine sebep olabilir. Hayati’nin durumu biraz da böyle ama bunların sanat, yazım, çizim yolu ile bir çıkış bulmaları hem kendi adlarına hem de toplum adına daha büyük bir mirasa ve kurtuluşa vesile olacak eserler ortaya çıkarır..

-Neden Ceviz Ağacı da Nar ağacı değil mesela? Yani içinin kırılıp öyle görülebildiği için mi? Eğer öyleyse, kırıldıkça daha mı kendimiz oluyoruz?

Meyve tarafı ile en çetin meyvesi olduğu için ama bir de bizzat Ceviz ağacı ile ilgili anlatılanlar beni etkilemişti. Mesela Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Kuş kitabında Ceviz ağacının gördüğü hiçbir şeyi unutumadığı ve gövdesine nakşettiği anlatılıyor. Bu filmin esas meselesi olan görmek/şahit olmak ama unutamamak olgusu için çok güzel bir imge yarattı benim için.  Yine onun, köklerinden sülfür salgıladığı için altında oturmanın ve uyumanın tavsiye edilmemesi de bana farklı bir ilham kaynağı oldu, zira Hayati’nin babası kendini o ağaca astığı için artık zehir salgılayan bir ağaca dönüşmüştür ve belki de anne bu yüzden sürekli onun kesilmesini istemektedir. Ceviz’in bizzat meyve olarak kabuklu olması, kuruma süreci ve zor kırılması ise evet Hayati’nin bir nevi pişmesi ve sonunda kemal diyebileceğimiz beni ademe dönüşmesine yönelik olarak farklı bir benzetme ile ilişkilendirilebilir.

-Ceviz Ağacı filmine başlarken gerçek anlamda bu başarıları bekliyor muydunuz, yoksa filminizde ki gibi örneklerle anlattığınız Van Gogh, Kafka gibi yazarlar, kaç ödül olduğunu saymaz ya da ödül için var olmaz. Sanat, sanat içindir mi dersiniz?

Doğrusu her sanatçı yaptığı eserin biricik ve en iyi olduğunu düşünerek yola çıkar. Sinemada çoğu zaman hayal kırıklıkları ile karşılaşmak mümkün tabi. Zira sinema gittikçe bir eğlence ve tüketim nesnesi haline geldi. Pandemiye denk gelmemiz bir çok işi zorlaştırdı tabi. Hem festival sürecini hem de dağıtım sürecini. Buna rağmen bir çok festivalde gösterilme imkanı buldu film ve güzel ödüllerle geri döndü. En son 4 Nisan’da Uluslararası Nepal Film Festivalin’den Don Kişot en iyi film ödülü ile döndü. Bu bizi şu açıdan da çok memnun etti. Hakikaten yaptığımız tam olarak bir Don Kişotluk böyle bir zamanda. Toplum tarafından gittikçe kıymeti yitirilen film sanatının yani bir hayalin ve arzunun peşinden koşan garip şövalyeleriz biz yönetmenler. Özelde de bir Don Kişotluk var filmimizde hem kadına şiddete bir erkek karakter üzerinden açılım sağlanması hem de darbe travmasına bir zindan bekçisinin üzerinden farklı bir eleştiri getirmesi de alışkanlık dışı olduğu için eleştirmen ve seyircilerden de garip tepkiler geldi ama totalde bu filmin dünyasının ne kadar zengin olduğuna da işaretmiş oluyor bir bakıma…Bu sıradan ve alışıldık bir iş yapmadığımıza da işaret bir yönüyle.

-Film, tam 8Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ertesi girdi. Kendilerini ifade edemeyen, her türlü söylemleri engellenen ve de cinayete kurban edilen tüm kadınlara ithaf ettiğiniz filmde, o kadar güzel işliyorsunuz ki, ne acitasyon var, ne abartı. Çok zor bir işi başarmışsınız. Burada konu kasaba işleniyor, şehirde kadınların daha avantajlı olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Şehir’de gizlenmek tabi ki daha kolaydır. Kaçabileceğiniz mekanların, insanların sayısı daha çoktur ama güvende olduğunuz anlamına gelmez tabi ki bu. Göreceli olarak Zayıf olan her yerde zayıftır. Kadın, erkek, yerli ve yabancı fark etmez. Zalim olan göreceli olarak kendini güçlü gören bir fırsat bulmaya görsün kendini ve hayvanı bile utandıracak şeyler yapacak duruma düşmesi çok kolaydır. Hukuk, gelenek, toplum dinamiği ve kültürü bu zulmü ve haksızlığı engelleyecek bir ahlak geliştirememişse herkesin yaşam ve özgürlüğü tehlikede demektir. Hatta göreceli olarak güçlünün bile. Zira bir an gelir ondan daha güçlü biri de onu ezecektir. Ezmenin ve aşağılamanın engelleyici iç dinamiğini, yani vicdani ahlakı yüceltmemiz ve geliştirmemiz gerekiyor. Maalesef tek başına evrensel hukuk ve insan hakları beyannamesi buna yetmeyebiliyor. Sanat ve kutsal metinlerin de günümüze yorumlanarak insanın gizli kötücül yanlarını ortaya çıkarması ve yine insanın onunla baş edebilme yetisinin ve kontrolünün geliştirilmesi gerekiyor.

-Film açılışı, Hayati karakterinin uyanma ve uyumadan önce üzerinde Oğuz Atay’ın, Korkuyu Beklerken, kitabı ve baş ucunda, Suç ve Ceza ve filmin birkaç yerinde Kürk Mantolu Madonna kitaplarını görüyoruz. Hayati gibi aslında suskun görünen yüzler, tutkularını içlerinde mi yaşar?

Bir de eski aşkı Rüya’nın fotoğrafını bulduğu İçimizdeki Şeytan’ın ilk baskısı var değil mi? Evet Hayati’de Kafka’nın, Dostoyevski’nin, Sabahattin Ali’nin ve özellikle de Atay’ın karakterlerinin ortak özellikleri var. Suskunlukları, yalnızlıkları, toplumla uyumsuzluk ve çatışmaları…buna mukabil de her şeyi; savaşları, kavgaları, hüzünleri, sevinçler, kendi içlerinde yaşamaları…bir başkasına gösteremeden tepkilerini kendi içlerinde sönümlendirmeleri. Bu sebeple de içten yanan ve kendi içinde patlayan bir volkan gibiler. Ben Hayati’yi bir sanatçı/aydın prototipinde biraz da bizim Türkiyemiz olarak çizmeye çalıştım aslında. Toplumun-çevrenin değer yargıları ile kendi içindeki hakiki öz ile çatışması sonucu kendini var edemeyen yani geçmişinden getirdiği büyük birikime rağmen güncel konjüktür ve çıkar meselesi ya da korkaklığı yüzünden kendi öz hakiki kumaşını ortaya koyamayan Türkiye’dir aslında Hayati… Kadın meselesini, Türk-Kürt-Ermeni-Arap meselesini, Müslim-Gayrimüslim meselesini, Doğu-Batı meselesini, Asker-Sivil meselesini düşünerek yelpazeyi olabildiğince genişletebilirsiniz… Hepsi Hayati’nin Tutunamayanlar’ından alıntıladığı şu mısralarda saklı değil mi?

‘Anlatamıyorlar anlatılamayanı.
Anlatmak gerek: Düşman sarmış her yanı
Oysa, mesela Selim Işık
Anlatmadan anlaşılmaya âşık.
Böyle adama (Darılma ama)
Yaklaşmaz hiçbir güzellik,
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
Almak için bütün sızıları içine.
Her zaman utanmıştır başkaları yerine.

-Filmde kendi olamamış bir erkek karakter, seçimler, hayaller ve ızdıraplar içinde şekilleniyor. Kendisinin babası ile arasında ki genetik miras, suçu üstlenme ve özellikle babasının gardiyan üniformasını giyip, çocukluğu ile yüzleşmesi mükemmel sahnelerdi. Sizce toplumsal olarak ailelerimizden aldığımız otoriter baskıyı okuyarak yenebilir miyiz ve okumak, doğada kalmak, yalın bir yaşam bizi mutlu edebilir mi?

Evet genetik miras önemli ama Hayati genetik mirasa, toplumsal mirasa ve geleneksel öğretilere rağmen kendisine dışardan ısmarlanmış bir hayatın dışına, intihar çemberinin dışına, ezberletilmiş kutsalın, milliyetçiliğin yani muhafazakarlığın dışına çok zor bir süreç ve yüzleşme ile çıkabiliyor. Can çekişerek, aşağılanarak, kaybederek, düşerek en önemlisi de bir sanatçı için en zor tecrübelerden biri olan şahit olmasına rağmen bundan gizli zevk duyarak ya da korkaklığı sonucu bir tepki geliştiremeyerek bir sınıra varıyor. O ince çizgiye; var olmak ve yok olmanın çizgisine. Küfür ve İmanın çizgisine varıyor. Sanat bize burda muazzam bir can simidi oluyor. Yani onun o naif ruhunu; şiir ve edebiyat  yeniden diriltiyor aslında. Bu olmasa belki de o çoktan toplumun ondan beklediği cinayeti ve sonra da babasının izinden giderek kendi intiharını gerçekleştirecektir. Bence Türkiye’nin ruhunun nasıl kurtulacağına da bir gönderme var Hayati’nin şahsında. O da öz vicdanını yargılayacak şiirsel-sanatsal bir tutum geliştirmek ve başta kendi için sonra da tüm insanlık için bir diriliş nesnesine tutunmak… Bunu keşfetmenin yolu da şiir ve edebiyattan geçiyor sanırım. Hukuk ve siyaset buna göre şekil alırsa belki özde bir değişime ve toplumsal gelişmeye dair somut ve kalıcı çözümler getirebilir.

Teşekkür ederim. Eklemek istediğiniz başka bir husus var mı?

Filmin en temel sorusunu burda yeniden hatırlatmakta yarar var sanırım.

İnsan sadece yaptıklarında mı sorumludur yoksa yapmadıklarından yani Uğur Mumcu’nun da işaret ettiği gibi ‘Sustuklarından’ içinden geçirip de yapmadıklarından da mı sorumludur? Hayati’yi yani Türkiye’yi yeniden var edecek mantık bence bu sorunun altında yatıyor. Bizler zeki ve akıllı bir toplumuz aslında. Doğru muhasebe yaptığımızda kendimizi yargılayacağımız esas meselelerimizi hızlıca bulabiliriz. Bir başkasına, yani ötekine -Kabil-Habil’i düşündüğümüzde hakikatte kardeşimize- yapılan bir haksızlığa zulme geliştirdiğimiz ahlak ne? Onu göz ardı mı ediyoruz? Nesebimize, çıkarımıza, özgürlüğümüze, yaşama şansımıza tehdit olabileceği için susuyor hatta yetmiyor güçlüyü, otoriteyi, tabuyu, kurulu muhafazakar düzeni mi alkışlıyor? Ne yapıyoruz?  Ya da Hayati gibi biraz kendine ceza kestikten sonra susmanın getirdiği vicdan azabını hafifletmek için en azından kendi yararına ve toplum yararına olabilecek fedâkarane bir  iş mi ortaya çıkarıyoruz? Kusur ve eksiklerimizi telafi etmek için okuma, yazı yazma, başkaları için gönüllü bir şekilde bir şey yapma gayret ve umudu içine girebiliyor muyuz?

 

 

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir