Hayati, Türkiye’nin ruhu gibi yaralı, silik, güçsüz

Ceviz Ağacı, bir çocukluk travması üzerinden hem bireysel hafızaya hem de 12 Eylül göndermeleri ile toplumsal hafızamıza odaklanıyor. Filmin senaryosunu kurgularken etkilendiğiniz bir olay var mıydı? Senaryoyu yazma ve beyaz perdeye aktarma süreci nasıl gelişti?

Senaryonun yazım süreci oldukça uzun sürdü. 4 yılı buldu diyebilirim. İlk hareket noktasından da biraz uzaklaştığımı söyleyebilirim. Zira yazarken bambaşka yerlere uğramayı, değişik tecrübeleri denemeyi seviyorum. Edebiyatta Caniler adlı bir kitap bulmuştum bir sahaf dostumdan. Orada W.Herzog’un Woyzeck karakterine benzeyen bir karakter çok ilgimi çekmişti. ‘Bir insan karısını niçin öldürsün ki?’ sorusu gel zaman git zaman kafamı kurcalamaya başladı. Gittikçe bir insan karısını öldürebilir/öldüremez cümlesi değil de “karısını öldürmekten (öldürmediği halde) suçlu bulunabilir” cümlesi bana ilginç ve daha etkileyici gelmeye başladı. Peki ama nasıl ve neden? Daha da ileri giderek peki eğer ortada şahit yoksa bu adam kendini nasıl savunur diye düşünmeye başladım. Ya da şahit olmadığı için durumu üstlenerek ataerkil bir toplumda kendine özel bir konum yakalamak isteyebilir mi? Bu düşünceler başka okumalarla birleşince sonuçta Dostoyevski’nin İvan Karamozof’una  yakınlaşmaya başladım. Yani karısını öldürmeyi arzulayan ama yapma becerisi gösteremeyen silik bir karaktere doğru meyletmeye başladım ki böylece karakterim başka bir kadının öldürülmesine uzaktan tanık olduğunda seyirci konumunda kalıp gizli gizli bundan zevk duysun. Statü elde etmek için de başta cinayeti üstlensin ama zaman geçtikte naif ve zayıf karakterinden dolayı bunun vicdanına getirdiği yük altında ezilerek kendini suçlu görsün… şeklinde kendime izlekler çizdim. Bilmiyorum şimdi bunların ne kadarı var ne kadar yok senaryoda ya da ne kadarı geçmiş ne kadarı geçmemiş…

Senaryo yazım aşamasında birçok arkadaştan destek aldım. En çok zorlandığımız yer final kısmıydı. Herkes ölen kişinin karısı olması gerektiğini savunuyordu. Ki böylece cinayeti üstlenmesi de daha mantıklı ve inandırıcı olacaktı ama ben başından beri karısının değil başka bir kadının ölümünden dolayı mesuliyeti kabul etsin taraftarıydım. Bana bu daha erdemli ve daha trajik geliyordu. Hem böylece kadın cinayetleri özelinde de kim olduğunu bilmediğimiz bir kadın ve katili bilmediğimiz bir cinayet, bu meseleyi daha evrensel anlamda tartışmamıza imkan verebilirdi. Önemli olan ölme-öldürme. Kimin hakkı var ki böyle bir şeye? Nitekim böyle tasarladık ve çekimleri de bu mantığıa göre yaptık. Buna rağmen Yaprak, sevgilisi Murat ile Bulgaristan planını konuşmasına ve komşunun biri beraber gittiklerini  söylemesine rağmen seyircinin bir kısmı ölen kişinin Yaprak olduğuna inanmak istiyor. O ihtimal de bir yere kadar var doğru ama Yaprak’ı kim neden öldürsün ki? Hayati’nin öldürmediği apaçık. Murat ile ilgili de soru işareti olacak herhangi bir durum söz konusu değil. Olayların akışı ilk etapta o hissi veriyor doğru, ama finale doğru özellikle de Hayati’nin cinayeti üstlenme sebebini anladıktan sonra buralara takılmanın aşırı Holywood ve Netflix dizilerinin bıraktığı yan etkiden kaynaklandığını düşünüyorum.

Ben Hayati’nin sessizliğini, omuzlarının düşüklüğünü, yeri geldiğinde haykırıp isyan edememesini Türkiye’ye benzettim. Filmde 12 Eylül döneminde gardiyan olan baba çalıştığı cezaevinde arkadaşının işkencede öldürülmesi sonrası intihar ediyor. Babasının kendini astığını gördükten sonra pasif ve silik bir karaktere dönüşen Hayati ile 12 Eylül sonrası silik bir Türkiye. Hayati’nin sessizliğini memleketin sessizliği olarak yorumlayabilir miyiz?

Çok doğru bir noktaya parmak bastınız. Aslında Tutunamayan Selim Işık nasıl hakiki Türk aydınının ve Türkiye’nin kendine yabancı kalmış-yaralı vicdanını temsil ediyorsa Hayati’nin de omzundaki tarihi miras yani işlemediği ama tanığı olduğu bir cinayete karşı bir şey yapamamasının getirdiği mesuliyet omuzlarına çöküyor, kalemini de daha sancılı ve tutuk hale getiriyor. Türk aydını ve Türk sanatçısı özgüvenini yitireli çok uzun zaman oldu. Kökleri Tanzimat’a kadar dayanır bu meselenin. Aslında Çanakkale savaşında galip gelinmesine rağmen şehitlerimizin çoğu okur-yazar ve aydın kesimden olmuş. İstiklal harbini kazanmış olmamıza rağmen yenik sayılmış ve masada birçok yeri kaybetmişiz. Başka ülkelerin memleketimiz adına çizdiği aydınlanma rotasını takip etmiş, sanat anlayışlarını tartışmış, onlara yerli birer kılıf bulmaya çalışmışız. Halbuki öz olarak kendimize dönüp biz neyiz, neydik ne olduk, neyimizden utanıyoruz sorusunu sormamışız ya da buna cesaret edememişiz bir türlü. Bu saatten sonra bu soruyu sormakla da bir çözüm bulabilir miyiz bilmiyorum. Oysa ki 1950’llerde şiirimiz adamakıllı bu soruları sormuş ve dolaylı yönden bize bazı adresler göstermiş ama topyekûn bir aydınlanma gerçekleşememiş maalesef. Bunda 27 Mayıs darbesinin etkisi çok büyük tabi.

Hayati’nin entelektüel birikiminde, babasının da muzdarip olduğu eylemsizliğinde ve asıl derdi olan suçluluğunda Oğuz Atay’ın karakterlerinin izlerini görüyoruz ancak Hayati alaycı biri değil. Edebiyatı hayatının merkezine koyan Hayati’de başka hangi edebiyatçıların izlerini görebiliriz?

 Oğuz Atay Türkiye’nin ruhunu en güçlü şekilde eserlerinde yansıtabilmiş bir yazar bence. Şiirimizde birkaç isim saymak daha kolayken romanda ister istemez Oğuz Atay en büyük payı kapıyor. Acı çeken Türkiye’nin ruhunu ilk defa çok özel karakterler üzerinden kendiyle dalga geçercesine İronik  bir dil-biçim özelinde resmediyor. Zira acı çekiyorum demek artık pek kimseyi eskisi gibi etkilemiyor ve Yeşilçam melodramları gına getirmişti insanları. O yüzden o Tutunamayanlar’daki gibi  ‘Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz’ şeklinde tasvire kalktı. Oğuz Atay’ın bulduğu bu ironi dili, nevi şahsına münhasır. Dikkat ederseniz pek kimse de onu kopya edemedi zaten. Sinemada bunu tutturmak çok zor. Nuri Bilge Ceylan bir miktar bunu yakaladı diyebiliriz ama bence hakiki anlamda bunun yakalanması için biz yönetmenler öncelikli olarak Oğuz Atay’ın kendi döneminde eriştiği edebiyat birikimine Türk Sineması geleneği özelinde sahip olmalıyız. Türk Sineması ise hala başka ülkelerin zevk, ideoloji ve kültürlerinin etkisinde. Bunun kısa zamanda gerçekleşmesini beklemek muhal gibi. Hayati, ilk sahnede uykuya dalmışken göğsünde tuttuğu ‘Korkuyu Beklerken’ öyküsündeki karakter gibi toplumun, yaşadığı mekan ve zamanın baskısına dayanamayarak ‘Evet. Ben yaptım. Suçlu benim’ diyecek finalde. Yine Hayati çocukların sınıfta okuduğu Hasanali Toptaş’ın ‘Sonsuzluğa Nokta’ adlı romanındaki gibi bir baba ve eş tarafından terkedilmeyi yaşıyor. Sınıfta bahsi geçen Karamazof Kardeşler’deki gibi babaya duyulan öfkeyi taşıyor. Finalde ise İvan gibi yapamamasına rağmen kalbinden geçirdiği için ve yapılışına şahitlik etmenin ötesine geçemediği için bir cinayetten kendini mesul sayıyor. Başka etkilenimler, selamlar da var filmde ama bunları burada açık etmeyelim. Sabahattin Ali var, Yusuf Atılgan var, Nurdan Gürbilek var, Baudlaire var, İsmet Özel var … ama en yoğunu söylediğiniz gibi tahtada yazılan ve Tutunamayanlar’dan alıntılanan ‘Anlatamıyorlar anlatılamayanı… Oysa Selim Işık anlatmadan anlaşılmaya aşık…’ şiirindeki duygu ve dünya daha fazla hakim diyebiliriz.

Yaprak karakterinin özellikle kadınlar ve erkekler tarafından farklı algılandığını görüyoruz. Erkek egemen bir toplumda Yaprak erkekler tarafından “haksız”, Hayati “evliliğini kurtarmaya çalışan adam” olarak görülebilirken, kadınlar her iki karakteri de doğru okuyabiliyorlar. Özellikle son yıllarda çok artan erkek şiddetiyle birlikte Yaprak karakterinin filmdeki yolculuğunu da düşündüğünüzde, İstanbul Sözleşmesi’nin bile tartışmaya açıldığı bir ortamda bu farkı siz nasıl yorumluyorsunuz?

Kadına şiddeti ve kadın cinayetini bir filme ya da romana konu etmek aslında çok riskli bir durum. Hiçbir şekilde kimseyi memnun edemezsiniz. Ben en azından olayı bir kadın değil de erkek olduğum için ve sanat-edebiyat ile uğraşan bir erkek olduğum için kendi penceremden anlamaya-anlamlandırmaya çalıştım. Kadın olsun erkek olsun insanı sadece yaptıklarından değil yapmadıklarından, hatta içinden geçirdiklerinden dahi mesuliyet duymaya davet ettim. Tanık olduğu haksızlıklara karşı susmanın bir bedelinin olacağını ve bunun bir ömür boyu yakasını bırakmayacağını söylemek istedim. Hayati’yi de öyle çizdim ki aslında bütün Türkiye’nin ruhu gibi yaralı, zayıf, silik, güçsüz. Eşini de ona tezat tasvir etmeye çalıştım.  Yani aslında tırnak içinde erkeğin şiddetini olumlayan/olumlayabilecek kafanın argümanlarının bir kısmıyla donattım. Nitekim kasabalı da bunu teyit ediyor. İşte bütün bunlara rağmen Hayati bırakın bir kadına şiddet göstermeyi, bir canlıya bile zarar vermiyor. Hatta zarar vermeyi aklından geçirdiği ve başka bir cinayete tanık olurken bir şey yapamadığı için kendini cezalandırıyor. Ben burada erkeğe güzelleme yapmıyorum. İnsana ve onun kendine yabancı kalmış, yaralı Türkiye ruhuna bir değer atfediyorum. Yaprak’ı da asla kötü bir figür olarak çizmiyorum. Ne istediğini bilen ve ideallerinin peşinden giden bir insan olarak anlamaya/anlatmaya çalışıyorum. Senarist olarak da kendisine yeterince söz hakkı verdiğimi düşünüyorum, ancak Türkiye’deki yer yer sofistike olmaktan uzak düşen feminist söylem bunun çok ötesinde klişe şeyler istiyor ve zannımca kadın-erkek çatışmasını uzun vadede bu tarz düşünen feministlerin, insanı kadın-erkek ayrımcılığı üzerinden okuma girişimleri besleyecek gibi gözüküyor. Tanrı dışında hiçbir varlık tek başına bir anlama sahip değildir ve bütün canlılar çift yaratılmıştır. Her canlı bir diğer canlının yardımı ve varlığı ile var olabilir. Bir bütünü onu tamamlayan diğer parçasından ayırmak o bütün için de risk ve çatışma doğurur. Aileyi merkeze alan ve onun bütününü korumaya çalışan fertlerin hep birlikte birbirlerini destekleyerek (birbirlerini ezerek ya da yarışarak değil) var olabildikleri yeni yaklaşımların ve okumaların önemine inanıyorum. Her şeyden önce okumak. Her şeyi yeniden, en başından, özünden okumak ve en önemlisi peşin hükümlü yargılardan kaçınmak.

Filmin bireysel bir travmayı küçük bir Anadolu kasabasındaki çarpık ahlakçılıkla yoğuran hikayesi, özellikle klasik ve modern edebiyat açısından bakarsak aslında evrensel bir öykü. Türkiye dışındaki gösterimlerde filmin aldığı tepkiler nasıldı?

Aslında Türkiye dışında, sadece Berlin film markette ve Cannes Online Film markette gösterildi. Henüz gerçek anlamda yabancı seyirci ile buluşmadı. İran ortak yapımı olduğu için orada sinema sektöründen yapımcı, yönetmen ve oyuncu arkadaşlara gösterdik. Genel olarak çok beğendiler. Pandemi birçok festivalin iptaline sebep oldu. Önümüzdeki zaman oradaki tepkilerin ne olacağını gösterecek, ancak ilk elde filmin dünyasının ve atmosferinin birçok yabancı izleyiciyi etkilediğini söyleyebiliriz. Hayati’nin dünyasını yüzde yüz anlayabileceklerinden şüphe duymuyor değilim tabi. Kendini kurban etme seküler batılı, pozitivist zihin için biraz eskilerde kalmış İsevi bir durum olarak algılanabilir. İnsanı her zaman bir çıkar ve amaç içinde düşünmek daha fazla rahatlatıyor galiba. Bir insanın karşılıksız bir şekilde yaptığı iyiliğe bile bazen anlam veremiyorlar. Hoş biz de gittikçe anlam veremiyoruz. Hayatın acı meyvesi bu galiba. Tecrübe…

Hayati’nin babası kendi ataletinin bedelini öderken, Hayati aslında üzerinde kontrolü olmayan travmatik bir mirasın kefaretini ve işlemediği bir suçun cezasını isteyerek ödüyor. Tam karşıtı olarak küçük kasaba halkından üç gencin yoz ahlak bekçiliğini, herhangi bir vicdan muhasebesi yapmamalarını ve bedel ödemediklerini görüyoruz. Burada ahlak/adalet kavramları yoruma açık şekilde iç içe geçiyor. Günümüz Türkiye’sindeki adaletsizlikleri bu pencereden siz nasıl yorumluyorsunuz?

Türkiye gittikçe aslında kültürel ve sanatsal değerlirini şova ve politikanın yedeğine kurban ediyor. Ne sağ ne sol sahip olduğumuz edebiyat ve şiir birikiminin önemini kavrayıp hayatı oradan okumanın derdinde. Kimsenin yarını hesaba kattığı yok. O yüzden çok ucuz ve popüler ya da politikanın gölgesinde mesaj kaygılı eserler türetiyoruz. Bunların yarına kalmayacağını okur yazarların çoğu biliyor aslında. Ben en azından tanık olduğum olaylara ve haksızlıklara bir sanatçı duyarlılığı ile yaklaşım ve tavır şekli bulmaya çalışıyorum. Kırıp dökmeden. Kimseyi incitmeden. Buradan bakıldığında herkesin de Ceviz Ağacı’ndaki Hayati’nin babası gibi yarını düşünerek, gelecek nesli hesaba katarak yaşamında kararlar vermesini arzuluyorum. Yapamadıklarından dolayı ya intihar edip bu susmayan vicdanını oğluna ve bize miras bırakacak ya her şeye göz yumarak hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam edecek. İkincinin bedeli bence daha ağır. Birincisinde en azından Hayati gibi biri çıkıp tanık olduğu bir kötülük karşısında bir şey yapamadığı için o mirasın ve geleneğin ışığında bir sorumluluğu kabul edebilir. İkinci durumda ise sanırım isteyerek ya da istemeyerek şiddet uygulama, ya da şiddete göz yumma geleneğini sürdürme büyük ihtimal dahilinde.

Filmin senaryosu da mekan ile güzel bir uyum sağlıyor. Göynük bildiğiniz, sevdiğiniz bir bölge miydi?

Göynük’ü ilk defa çok sevdiğim yönetmen Ömer Kavur’un Akrebin Yolculuğu filminde gördüm. Filmime mekan ararken dağlar arasında sıkışmış ama bir yandan da güzelliği ile tezat barından bir kasaba bakıyordum. Mudurnu ve Göynük’ü çok sevdim. Tam da Yaprak’ın söylediği gibi uzun süre burada yaşayabilirsin hissini veriyor ilk etapta, ama bir süre sonra gittikçe uzaklara kaçmak isteyen ruhlar üstünde baskı kurmaya başlıyor. Dinlenmek için ya da yaşlanınca kaçmak için çok güzel bir kasaba. Değişik bir ruhu var Göynük’ün ve tabi çok sinematografik.

http://m.bianet.org/bianet/sanat/228192-hayati-turkiye-nin-ruhu-gibi-yarali-silik-gucsuz?fbclid=IwAR1PMtRqUpKvswX5MR5eEGHhFZhBuQG2fGzYEGhkBMUbseALStKXuMjL3mk

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir