Bereket Dergisi’nden Bünyamin Yılmaz, Faysal Soysal’a sordu

YUSUF KENDİ KUYUSUNU ARIYOR!

Düşe Yağmalanan Hayal Kuyusu ve Bir Ölünün Defteri adlı iki şiir kitabı var Faysal Soysal’ın. Bir de Lorca ile Sohrab Sepehri’nin şiirlerini çevirdiği ‘Akdenizdeki Çöl’ adlı bir kitabı var.. Mesleğiyle ilgili eczacılık dense de o aslında çektiği kısa filmlerle dikkat çekti. Sinema üzerine çeşitli yerlerde dikkat çekici etkinlikler düzenledi, film günleri düzenledi, sinema üzerine konuşmalar yaptı. İran ve Amerika’da yaptığı kısa filmler ülkemizde ve yurt dışında ödüle doymadı. İlk yönetmenlik denemesini 2005 yılında (Yasak Rüya) Forbidden Dream isimli kısa filmle gerçekleştirdi.

2007’de İran’da çektiği Kayıp Zaman Düşleri, Dreams of Lost Time, çok büyük ilgi gördü. Faysal Soysal şimdilerde farklı bir çalışmanın içinde. “3 Yol” adlı uzun metraj filmi için üç yıldır çalışıyor Soysal. Hikayesi Mostar’da başlayıp Saraybosna’da devam eden film ardından Batman’da- Hasankeyf’te sona eriyor. Bosna’daki toplu mezarların açılmasıyla birlikte kayıpların bulunmasını anlatan filmin başrolünde bir şair var. Filmin alt metninde ise Yusuf, Bünyamin ve Züleyha hikâyesi var.

Yönetmenimizin deyişiyle; “Şairimiz kuyuya atılan Yusuf’un aksine kendi kuyusunu arayan bir karaktere bürünüyor. Çünkü o kuyuyu bulursa ancak kendi rüyasına kendi kaderine, belki de insanlığın kurtuluşa ulaşabileceğine inanıyor.”

Filmin çekimleri Nisan’da başlayacak ve Faysal Soysal Türk sinemasına yeni bir yapım armağan edecek. Kısa filmleriyle ödüllere uzanan genç yönetmenin bu kez belki de en büyük ödülü hikâye kıtlığı çeken Türk sinemasına sunduğu katkı olacak!

-Faysal Soysal’ı farklı bir eğitim mecrasından alarak sinemaya ısındıran nedir?

Aslında sinemayla ilgilenmeden önce, şiire ilgim vardı. Ortaokul yıllarında bir hocamın yönlendirmesiyle şiirle ciddi bir bağım oluştu. Okuduğumuz kitaplar daha çok dini içerikli, politik kitaplardı. Zahit Eren vasıtasıyla o dönemlerde ilk defa Necip Fazıl olsun, Sezai Karakoç olsun, İsmet Özel olsun; bu şairlere bir ilgi oluştu bende. Bu okumalar şiirle ilgili dünyamı geliştirdi. Kendimce bir şeyler karalamaya başladım. Edebiyat’la ilgili üniversitede bölüm okumanın ne kadar faydasız olduğunu görebiliyordum.
Kendi ekonomik ihtiyaçlarımı karşılayabileceğim, biraz da insanlara faydalı olabileceğim bir bölüm okumak istiyordum. Bu vesileyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni kazanmak nasip oldu. Ancak orada Tıp eğitiminin dışardaki dünyayla, hastalarla bazı çeliştiğini gördüm. Bu yüzden bırakmak zorunda kaldım. Eczacılık Fakültesi’ne geçtim yıl kaybı olmadan. Orada kendime ve şiire biraz daha vakit ayırabildim. Sinemaya da gittikçe daha ciddi şekilde ilgi duymaya başladım. Bunu başta Tarkovski sonra da İran sineması tetikledi. O dönemlerde sinemayla yazarlık düzeyinde ilgilenebildim. Sinema eleştirmenliği doğrusu zor bir uğraştı ama yine de bazı film eleştirileri yazmaya başladım. Bir iki etkinlik de düzenledim. İran sineması o aralar çok revaçtaydı. İran sineması’nın kendi ayakları üzerinde durabilmesinin yanında bütün insanlara ve zamana mesajı olan, diğer insanları da ilgilendiren yapısı ilgimi çekti ve İran sinemasıyla ilgili uzmanlığım başlamış oldu. Ardından İran’a sinema için gitme hayalim şekil kazanmaya başladı. Benim çok iyi İran filmi arşivim vardı. Yapı Kredi ve Turkcell’in katkılarıyla bir İran filmleri haftası düzenledik. Oradaki performans İran Konsolosluğu kültür ataşesiyle olan ilişkimizi daha da geliştirdi ve onlardan İran’da sinema üzerinde mastır yapmak için teklif geldi. Bende yavaş yavaş yönetmenlik ve yazarlık dünyasına girmiştim. Bu teklifi de çok cazip buldum ve hemen değerlendirmek istedim. Teklifle ilgili verilen hiçbir söz ve vaat tutulmayınca İran’a çok zor şartlarda kendi imkânlarımla gitmek zorunda kaldık. Sekiz aydan sonra ancak Sanat Üniversitesi Sinema ve tiyatro fakültesine kabul alabildim. Eczacılık mezunu olduğum için bazı sorunlar çıkardılar. Daha sonra beni sözlü sınava tabi tuttular. Bendeki cevheri -ya da her ne derseniz- onu fark edip kabul etmek zorunda kaldılar ve orada okumaya başladım.

-İran’da sinema eğitimi aldın, kısa filmler çektin. İran sineması genç yönetmenler için büyük bir imkan barındırıyor Türkiye’den bakınca. Orada nasıl yürüyor iş. Maddi destek ve sansür meselesi büyük bir problem mi?

-Hatemi döneminde daha yaygın ve güçlü durumdaydı İran sineması. Çünkü Hatemi kültür bakanlığından gelmişti cumhurbaşkanlığına. Sinemaya ciddi destek verdi. Hatemi’nin desteği üzerimizde olduğundan başka birçok kurum da desteklerini eksik etmedi bizden. Genç Sinemacılar Derneği ve Deneysel ve Belgesel Film Derneği’nin destekleri de vardı. Bu kurumlar sadece ulusal bir destekte değil uluslararası bir durumda da desteklerini sürdürüyorlardı. Bu sayede bu kurumlar devletten destek alabiliyorlardı. Bunların yanı sıra bildiğiniz gibi İran’da bütçeler bizim ülkedeki gibi yüksek değil. Düşük bütçelerle filmler yapılıyor genelde. Oyuncular sahnelerden değil de sokaklardan seçiliyor. Arkadaşların birbirine destek olup çalışması da çok yaygındı o dönemlerde.

-İran geçmişinden kopmuş bir ülke değil. En azından Türkiye gibi dil kesintisiyle geçmişinin izlerini takip edemez hale getirilmiş değil. Felsefi ve şiirsel derinliğin kaynağı nedir İran sinemasında. Popüler sinema İran’ı da etkiliyor mu?

-İran sineması devrimden sonra kendini dünyaya açmıştır. Aynı durum Rusya’da da baş göstermişti. Devrimden önce çok fazla bir nüfuzu yoktu bu ülke sinemalarının. Bir yerde sinema destekleniyorsa bu olay diğer sanatçılara da ilham kaynağı olur. Ülkedeki sansürü aşabilecek yapıtlar ortaya koyabilecek, o yapı içerisinde yaratıcılıklarını geliştirebilecek ve sansüre rağmen daha iyi yapımlar ortaya koyabilecek filmler yapmalı sanatçı. Yoksa özgürlüğün sonsuz olduğu bir ülkede hiçbir zaman daha iyi filmler çıkmıyor. Çünkü sanat için acı şart. Zamanında hep acı ve baskı görmüş kişilerin filmlerine bakacak olursak da daha kaliteli yapıtlar olduğunu söyleyebiliriz. İran sineması;1969 yılında “İnek” adlı filmle kendi çizgisini çok iyi ortaya koymuştu. Bu film; Golam Hüseyin Sadi’den bir uyarlamaydı. İneği ölen bir köylünün, yabancılaşıp kendini inek hissetmesi olayı. Bu çok büyük bir başarıydı ve birçok festivalde ödüller almıştı bu film. 70’lerde yine hakeza; Yeni bir hareket olarak üçüncü dalga sinemacıları da Mehrcuyi’den sonra sinema felsefesinin oluşumunda, estetik düzeyin yükseltilmesinde rol aldılar.Tabi Şah dönemindeki baskı yüzünden iyi filmler çok fazla kendini gösteremiyordu. Bizdeki gibi onlarda da o dönem erotik filmlerin istilası ve Yeşilçam tarzı Farsi film yaygınlıktaydı. Sinema endüstrisi aynı şekilde Amerikan ve Alman şirketlerinin tekelindeydi. Bunlar halkı ya güldürecek, ya da eğlendirecek şeyler sunardı. Daha öteye geçemezdi. Türkiye’de sinemanın gücü yeni yeni algılanmaya başladı. Bundan önce sinemanın kendilerine zararı dokunacağını söylüyordu muhafazakar Türk Milleti. Aynı şeyi Televizyon için de söylemişlerdi. Televizyon şimdi heryerde. Sırf çocuklarının ahlakının bozulmasını istemeyen bazı aileler ama hala çocuklarını sinemadan uzak tutmaya çalışıyorlar. Söz konusu televizyon olduğunda bu kadar düşünceli davranamıyorlar ama. Ahlak olsun, zihinsel hüsran olsun bütün olumsuzluklarıyla televizyonun zararı sinemadan kesinlikle daha büyüktür.

-Rus sinemasına ayrı bir sevginiz var. Filmlerinizde de yer yer bir saygı duruşu halinde olduğunuz görülüyor. Sizi etkileyen nedir? Yönetmen sineması mı yoksa tarz mı?

-Rus sineması; Rus edebiyatından bağımsız bir platform değil. Bütün güçlü sinemalara baktığınızda, sinema yeni bir sanat olduğu için, tek başına ortaya çıkamaz. Bir sanata mutlaka yaslanmalı. Örneğin İtalyan sinemasının sırtını edebi bir akım olan neorealizm’e dayaması, Fransız sinemasının resimdeki empresyonizm akımından ve özellikle modern şiirden ilham alması buna örnek olabilir. Hatta çekilen filmlerin o dönemki kamera hareketleri doğrudan doğruya o dönemin izlenimci ressamların iç dünyasını yansıtıcı niteliktedir. Rus sineması; Rus edebiyatı ve Rus tiyatrosundan çok fazla ilham almıştır. Stalin döneminde öldürülen büyük ressamlara, şairlere ve edebiyatçılara baktığımız zaman; bu insanlar aslında kanlarıyla diktatörlüğe ve komünizme rağmen Rus kimliğini oluşturmuştur. Bu Rus kimliği o dönemlerden sonra kendini ideolojik olarak farklı varyasyonlar da göstermiştir elbet. Ama özellikle Alexander Dovzhenko’dan sonra, yani 50’li 60’lı yıllardan sonra gelecek olan Andrey Konçalovski ve sonrasında Andrei Tarkovski’yle birlikte edebiyattan sonra son şeklini sinemada gösterdi. Tarkovski kendi milletinin aydınlanma serüvenini ve Rus kültürünü bir yerde topladı. Bunu bu anlamda toplayan ve bir araya getiren kişidir o. Tolstoy’un ve Dostoyevski’nin edebiyatını, ülkenin önemli şairlerinin şiirlerini filmlerinde sıkça kullanmıştır. Rus sinemasının bir özelliği de, Hollywood sinemasından sonra Teknik olarak kendini ispatlamış en güçlü sinema olmasıdır. Bu da Lenin döneminde sinemaya yapılan yatırımlarla mümkün olmuştur. Büyük laboratuarlar, büyük film ve ışık setleri oluşturuldu bu dönemlerde. Sinema büyük bir olaydı Rusya’da. Lenin de, Stalin de sinemaya giderdi. Bu yüzden bir sinema yapıtı meydana getiren sinemacı tabir-i caizse yaşardı ve yapılan film bütün Rus hükümetlerinde gösterilirdi. Türkiye’de iki yüz, üç yüz kopya yapıldığı zaman büyük bir olay olarak görülüyordu ama Rusya’da kopya sayısı beş milyon civarında olurdu. Yani muazzam bir destek vardı. Hem bir ideolojiyi yaymak için, hem de kendi kültürünü aşılamak için önem veriliyordu bu yapıtlara.

-Kısa filmlerinizle birçok ödül aldınız. İran’ın ardından New York’a gittiniz eğitim için. İki farklı dünyadan bahsediyoruz. Kültür şoku yaşadınız mı?

-Aslında iki şehir de bana aynı geldi. New York’a vardığımda havaalanındaki kalabalık aynı Tahran’daki kalabalığı andırıyordu. Belki çok az insan inanır benim cümlelerime ama ben gerçekten kendimi tekrar Tahran’da hissettim. Times Meydanı vardır New York’ta. O meydan da Tahran’daki Veli asr meydanı andırıyordu. Zaten ikisinin de anlamı ‘Zaman’ meydanıdır. Farklı farklı dinamikler var New York’un. Daha farklı kültürlerden insanlar toplanmış bir araya. Çok daha hızlı ve paraya dönük bir hayat var. Tahran ise çok karmaşık, çok gürültülü. Orda kısa film çekecek olsanız bile en 3 ayınızı bir gününüzü alıyor. Resmi işlerin yavaşlığından dolayı. Ama film ekipmanlarını temin etmek Abd’ye nazaran daha pratik ve ekonomikti. Söylediklerimden yola çıkacak olursak; bir yerin, bir iyi yanı vardır, bir de kötü yanı. Sanatçının görevi ise; oradaki iyiyi ortaya çıkarmaktır bence. Ben İran’da çok iyi arkadaşlar edindim. Bir yıl süren ve üzerinde çok ciddi çalışma ve emek göstererek iyi bir kısa film yaptık. New York’ta ise film çekmek için size tanınan süre İran’a nazaran çok az. Bu New York’taki hızlı yaşam ve parayla dönen sistemin bir sonucu. Ama bu sistemin de bana faydaları oldu. Hızlı ve pratik yaşamak ve iş yapmayı öğretti. Yani sabah senaryo yazmaya başladığımda, öğlen vakti film çekmeye hazır hale geliyordu. Ama bu iki şehir arasında bir seçim yapmak gerekirse, kesinlikle İran’ı tercih ederim. Çünkü insani ve vicdani duygular İran’da fazlasıyla yaygındır. Daha samimi bir ortam var. Para üzerine kurulu bir yapı sizi her zaman harcar ve malzeme haline gelirsiniz bir süre sonra.

-Amerika dünya sinemasındaki yerini koruyabilecek mi? Artık tekrara dönen hikayesine yenilik katabilecek mi?

– Amerika olaya sadece sinema açısından bakmıyor. İlaç, sinema ve silah Amerika’yı ayakta tutan üç unsur. Dolayısıyla sinema bu üçlüde önemli bir ayak rolünde ve bunu hiçbir zaman kaybetmek istemeyecektir. Bunu bildikleri için filmleri büyük bütçelidir. Çünkü büyük bütçeli filmler büyük paralar getirir. Zamanla Amerika sineması insanları bir hikayeye alıştırdı. Tabir-i caizse insanları aptallaştırdı. Bununla birlikte Hollywood sineması kendine alternatifler bulabilir. Mesela, film yapmayı Amerika’da değil de burada, ortadoğuda, Avrupa’da sürdürebilir. Ama hasılatı bir şekilde yine kendi kasasına aktarmayı becerecektir

-Avrupa sinemasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Popüler filmlerin yerini alabilecek yeni akım sinema hareketlerinden söz etmek mümkün mü?

-Avrupa sinemasına baktığımız zaman, hazin bir tabloyla karşı karşıya kalıyoruz. Çok umut vaat eden bir sinema yok Avrupa’da. Önemli yönetmenleriyle eskiden boş kalmayan sinema salonları şimdi hangi film gelirse gelsin bir hafta içinde boşalıyor. Almanya’ya baktığımız zaman umut vaad eden çok fazla yönetmenleri kalmadı. Genelini zaten göçmen yönetmenler oluşturuyor. Daha önce söylediğim gibi, sinema acıyla, kavgayla bir problemle hesaplaşma sonucu ortaya çıkan bir sanat. Avrupa’da insanlar öyle konforlu bir hale geldiler ki, az iş yaparak maximum ekonomiyi elde etmeyi başardılar. Fakat aynı şey düşüncenin gelişmesine yansımadı. İnsanların toplum içindeki farklı nedenlerle ortaya çıkan kavgaları ve zıtlıkları kalmadı. Her şey para için kurban edildi. Bu yüzden sanatçılar yeni bir film yapma fikrini çok lüks görüyorlar. Hele olay sinemaya gelince bambaşka bir hale geliyor. Yani söylemek istediğim hayatla ilgili bir sıkıntısı olanlar bir şeyler var etme yoluna giderler. Kalkıp biri para kazanmak için film yapmaya yeltenirse, bu sadece bir ürün olarak değer bulur. Bu da o ülkenin sinemasına hiçbir katkı sağlamayacaktır.

-Türk sineması son dönemde festivaller ve ödüller ekseninde dünyaya açılmış görünüyor. Nasıl görüyorsunuz bu durumu? Festival izleyicisini, jüriyi etkileyen filmler Türk sinema izleyicisini de etkileyebilecek mi?

-Bütün sanat eserleri bu tür durumlarla karşı karşıya kalabilirler. Halk tarafından bırakın ilgi görmeyi, reddedilirler, saldırıya uğrarlar hatta engellenirler. Ancak zaman içerisinde, eğer bu iyi bir eserse, kendini gösterir ve halk o esere kör kalamaz. Örneğin; Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak eseri zamanında ne kadar hor görüldü. Ama zamanla kendini duyurdu ve tiyatro sahnelerinde yerini aldı. Sanatçı eserinin herkes tarafından anlaşılması çabasına girmez. Birçok insana ulaşmayı umabilir tabi. ama bütün dünyaya, kalabalıklara bir mesajı olamaz. Böyle olursa yaptığı şey sanattan farklı bir şey olur. Filmin kendisinden daha büyük hedef ve anlam barındırmasını isteyen sanatçı kaybeder.

-Türk sinemasında geçmişten günümüze sizi etkileyen yönetmenler kimler?

Zor bir soru … Türk sineması yani az evvel bahsettiğimiz İran, Rus sineması gibi maalesef bir kökene bir geleneğe sahip değil. Çünkü bütün sanatlar ‘dil’ ekseninden varlıklarını şekillendirirler. Her ne kadar musiki dili konuşulsa da, musiki soyut bir sanattır desek de aslında onun da kendine ait bir dili var, notalar bu dilin sembolleri. Müzikte bu çok ciddi şekilde kültürle ilişkili bir durumdur. Bizler dil devrimi ile birlikte sadece dilimizin sadece kelimelerini değil müziğimizin de kültürel ve zevk unsurlarını barındıran haritalarını da kaybettik. Yine notalar aynı notalar ama çok ciddi anlamda başka bir musiki empoze edildi kültür ve din değişimi hedeflenerek. Kökeni olan her şey unutuldu, unutturuldu. Hafızasız yeni yetme bir nesil olarak kendimize ait her şeyden zevk alamaz hale getirildik. Yine şiirle ilgili de dil bambaşka bir hale geldi ve şairler yeni Türkçeye rağmen çok güzel şiirler ortaya çıkardılar. Hatta şunu söyleyebilirim ki bugün hala edebiyattan söz edebiliyorsak, Türk milletinden, Türk toplumundan hadi biraz olsun söz edebileceksek o şairler sayesindedir. O eksik, köksüz gibi gözüken dile rağmen yeniden şiir söyleyebildiler ve bu bir kimliğe, bir kavgaya dönüştü zaman içerisinde. Bir köprü vazifesi gördü onlar. Aruz yoktu doğru ama o şiirdeki zevk, incelik, kişilik yeni şiir üzerinden devam etti. Minyatür ve hat sanatları dilin değişmesiyle tedavülden kalktı. Bunlardan hareket etmeyen bir resim gelişti doğru… ama bu Batı milletlerinin resmi oldu. Çok az sayıda örnekten Türk resmi adıyla söz edebiliriz. Sinema ise zaten çok yeni bir sanat olduğu için uzun süre ilgi göremedi. Böyle kişiliksiz bir ortamda gelişmesi de mümkün değildi, çünkü sinema kendini bir köklü sanata dayandırarak onun üzerinden yükselmek zorundaydı. Elimizdeki en güçlü sanat cumhuriyet döneminden sonra ya da dil devriminden sonra şiirdi. Dolayısıyla şiir üzerinden bir Türk sineması okuması yapılabilseydi bunun üzerinden hareketle bir bakış açısı geliştirilseydi; (şiirin tercümesinden, şiirin konusundan bahsetmiyorum) yani yönetmenleri de en azından şair olsaydı, Türk sinemasının durumu farklı olabilirdi. Şair demek sadece şiir yazan değildir. Yönetmenlerimiz iyi şiir okuyan sanatçılardan olsalardı, filmlerimiz de birbirine bu kadar benzemez daha özel/öznel olurlardı. Bugün çok fazla iyi yönetmenden bahsedemeyeceğim ama benim sevdiğim özellikte, bu özeliklere biraz yakın olan insanlardan biri Metin Erksan diğeri de Ömer Kavur’dur. Kendi sinemama yakın olarak gördüğüm ise Ömer Kavur’dur. Özellikle Anayurt Oteli’nden sonra, Gece Yolculuğu, Gizli Yüz, Akrebin Yolculuğu filmleri Türk sineması için çok önemli filmlerdi, bu filmlerin devamının gelmesi gerekirdi evet onların eksikleri vardı ama devamı gelmedi, devamı gelseydi eğer belki Türk şiiriyle Türk sineması arasında yeni bir ilişki ve yeni bir hesaplaşma ortaya çıkabilirdi. Nuri Bilge Ceylan yine sevdiğim Türk yönetmenlerinden bir başkası. Sinema bakışını, fotoğraf sanatı üzerinden kurdu ama ben onu da bir şair görüyorum. Yine bu anlamda Semih Kaplanoğlu da şiirle ilişkili güzel arayışlar içersinde. Bizler genç yönetmenler olarak kendi imkânlarımız içinde bazı şeyleri denemeye çalışıyoruz. Tabi ki bizim sürecimiz daha zor ve sancılı olacak gibi.

-Yeni kuşakta sinemasıyla öne çıkan kimler var?

-Benim dünyama ya da sinema tarzıma yakın olmasa da sinemasını sevdiğim, Mahmut Fazıl Coşkun var. Güzel filmler yapacağına inanıyorum. Onun dışında genç yönetmenlerden, belgeselcilerden beğendiklerim var. Bingöl Elmas var. İlk filmine hazırlanan Erol Mimtaş’ın güzel filmler yapacağına inanıyorum ben. Serhat Karaaslan’ın iyi bir film projesi var. Pelin Esmer 11’e 10 kala ile iyi bir başarı gösterdi. İkinci filmini bekliyoruz. Gençler arasında bir hareket, bir dinamizm var. Yeni tarzlar demeyeyim de hikayeler deneyen genç yönetmenler var. Bunlara ciddi anlamda destek çıkılması lazım.
Bir de eksik olan bir şey var Türk sinemasında, her ne kadar yönetmenler genç yönetmenlere bir yol açıyorlarsa da, bazı konularda danışmanlık ve teknik destek veriyorlarsa da İran’da gördüğüm kadar güçlü bir dayanışma yok burada.

-Uzun metraj film hazırlığı içinde olduğunuzu biliyoruz. Sanırım birkaç ülkeyi kapsayacak çekimler. Biraz bahsedebilir miyiz filmin konusundan ve çekim planlarından?

-Ben üç yıldır bu proje üzerinde çalışıyorum. Filmin adı “Üç Yol”. Hikayesi Mostar da başlayan, Saraybosna’da devam eden, ardından Hasankeyf’te sonuçlanan bir film. Özellikle 2000’li yıllarda yaygınlaşan toplu mezarların bulunması ve açılmasını konu ediniyor. Türkiye’den gönüllü olarak çalışmaya giden bir şairin bu toplu mezarlarla karşılaştıktan sonra kendine ve zamana yabancılaşmasını anlatan bir hikâyesi var. Şairin yabancılaşmasını rüyalarda kendini başka biri olarak görmesiyle tasvir etmeye çalışacacağım. Üç yol; Hakikat, Rüya ve Aşkı hem birbirinden ayıran hem de birleştiren bir yapıyı sembolize edecek. Alt metinde ise Yusuf , Bünyamin ve Züleyha hikâyesinin modern bir yorumu var. Yusuf hakikati, Bünyamin rüyayı, Züleyha aşkı temsil edecek hikayemizde. Modern bir Yusuf hikayesi olan film daha çok Bünyamin üzerinden gidecek. Şair Bünyamin, kuyuya atılan Yusuf’un aksine kendi kuyusunu arayan bir karaktere bürünüyor. Çünkü o kuyuyu bulursa ancak kendi rüyasına kendi kaderine, belki de insanlığın kurtuluşa ulaşabileceğine inanıyor. Bu yönüyle sürrealist bir boyutu var filmin. Ömer Kavur’dan sonra rüya üzerine en kapsamlı sürrealist bir film olacak galiba.
İyi mi olacak kötü mü olacak, buna seyirci ve eleştirmenler karar verecek tabi ki.

-İlk uzun metraj filmlerde galiba en büyük sorun yapım desteği alabilmek. Nasıl bir yol izleyeceksiniz?

Üç yıllık bir süredir bu proje üzerinde çalıştığım için İlk film olmasına rağmen iyi destekler aldık. Türk Telekom destek oldu, Kültür Bakanlığı destek oldu. Gösterim haklarını TRT’ye sattık. Türk Hava Yolları, Bosna ulaşımımızı ve Batman ulaşımımızı karşılıyor. TİKA olumlu yanıt verdi. Banka sektöründen maalesef destek alamadık. Hem Albarakatürk’ten hem de Kuveyttürk’ten olumsuz cevap aldık. Bu filmi şu an elimizde olan bütçelerle bitirmeyi hedefliyoruz. Eğer postprodüksiyonda eksiğimiz olursa bundan sonra ek destekler için başvurular yapmayı düşünüyoruz. Ama ümit ediyoruz ki elimizdeki düşük bütçeyle bu filmi bitirebilelim. Bosna’da film yapmak daha zor ama zoru deneyeceğiz. Bosna’daki bürokratik yapı yüzünden bir çok Türk yönetmen film yapmaktan vazgeçip Makedonya’da film çekmeye karar vermiş. Savaştan sonraki şartlarda ve Boşnaklarla iş yapmak gerçekten zor olacak ama, yapacağız.

Ne zaman çekimlere başlamayı düşünüyorsunuz?

En geç nisan ayında çekimlere başlamayı düşünüyoruz.

-Atatürk Kitaplığı’nda ve farklı mekanlarda film okumaları yaptınız. Sinemaya olan merakın geliştiğini düşünüyor musunuz? Özellikle genç izleyicinin profili hakkında bilgi verebilir misiniz? Nasıl bir seyirci kuşağı geliyor?

-Atatürk Kitaplığı’nda ki program biraz daha özel bir programdı. Yani belgesel sinemayı, kısa filmi, animasyonu konu alıyordu ve az seyirci geliyordu. Ama daha nitelikli bir seyirciydi. Tarık Zafer’de ise İnsanlar popüler insanları görmeye geliyordu ve sorulan soruları hatırladığımıda seviye çok iyi değildi. Bu çok memnun etmedi beni açıkçası. Ben ayrıca başka bir yerde de sinema dersleri veriyorum. Bilim Sanat Vakfı’nda. Üç yıl gibi bir süredir. Orda kısa film atölyesi kurdum ve öğrencilerle altı tane kısa film yaptık. Onlarda başka bir enerji, başka bir hayat vardı. Özellikle üniversite birinci ve ikinci sınıflar daha bir ilgili bu konuya. Aynı şekilde mühendislik ve farklı bölümlerden gelenler de çok ilgililerdi kısa filme. İyi araştırmalar ve iyi okumalar yapıyorlar. Eğer kitap okuma rutinlerini bırakmazlarsa, tabî filmi de doğru okumak önemli, inanıyorum ki; yeni nesil sinema konusunda daha çarpıcı örnekler gösterme yeteneğine sahip olacak.

-Sinema malum, uzun süre yönlendirilebilir filmlerle geldi. Başlangıçta adaptasyon filmleri, izleyicinin etkisiyle de star sineması, ardından darbelerle siyasal gerginliklerle kesintilere rağmen yürüyen filmler. Politik sinemada nasıl bir yere gelindi sizce? Yaşanan sorunlar yansıtılabildi mi perdeye?

-Politik sinemaya biraz uzak kaldım aslında. Politik şiirle de aynı şekilde. Sanatı böyle sınıflandırmalara koymak istemiyorum ben. Sosyal bir yanı tabi ki olacak sinemanın ama bu zaten sinemanın kendi içinde var olan bir durumdur. Aynı zamanda bu yaşadığımız an ile de ilgili bir şey. Sanatçılar, baskı ve sansürle ilgili sıkıntı yaşıyorlarsa, dinleriyle ilgili problem yaşıyorlarsa veya düşünceleriyle ilgili problem yaşıyorlarsa, haliyle bunlar eserlerine yansıyacaktır. Ama bu yansımıyorsa bunu zorlamanın bir anlamı yok. Böyle bir gayret içerisine girmek yanlış. Bu tamamiyle propagandavari ve manipülatif bir çalışma olur. Bu gayeyle ortaya konan çalışmalar eserin ruhuna ve kalitesine zarar verir. Türkiye’de zaten politik sinema ciddi anlamda topallığı ve yabancıllığı tartışılan bir durum.

-Bir de inancın yansıtıldığı ve yansıtılamadığı filmler var. Eskiden kötü imam tiplemesi meşhurdu. Filmlerde alakasız yerlerde inançlı insanlara yönelik mutlaka bir alay vardı. Ardından milli sinema ya da beyaz sinema örnekleri ortaya çıktı. Günümüzde çekilen örnekleri neredeyse yok. Sinema inanç ilişkisindeki sorunlar nasıl aşılabilir?

-Bence bu konudaki kabüllerimize ve tecrübelerimize biraz sünger çekmek lazım. Biraz sert bir cümle olacak ama, ‘Her şey yerinde ağırdır’. Az önce bahsettiğim problemler de bizim inancımız içinde olan şeyler zaten. Dürüstlüğü tartışmadan, insan şahsiyetini tartışmadan, insanın kendi kimliğine kendi kişiliğine saygı göstermeden, yalakalaşmasına, parayla satın alınan bir adam haline gelmesine değinmeden ya da bunu sorun edinmeden hangi inançtan ya da inançsızlıktan bahsedebiliriz ki. Sanat gelin buna İnanç da diyelim; yalana karşı verilmiş bir savaştır bence. Bazen inanç kelimesi bile başka türlü bir yalan olarak çıkabilir karşımıza. Biz yalanı, mal mülk ihtirasını, yavşaklaşmayı, zulmü ve münafıklığı hikayemizde işleyebiliyorsak zaten inanç filmi yapmış oluyoruz. Bunları tartışamıyorsak, inançla ilgili neyi konuşabiliriz ki ? Peygamber efendimizin(s.a.v.) geldiği döneme baktığımızda, bütün söylediği bu aslında. Örneğin; kızlarınıza zulüm etmeyin, hırsızlık yapmayın, zinaya yaklaşmayın. Ahlakla ilgili her şey. Ahlakı tartıştığınız, konu edindiğiniz, ahlaki değerleri konu alan bir film yaptığınızı iddia ediyorken, hem filmi yaparken hem de filmin içinde varolan kişi ahlaksız biri ise benim için bir anlamı yok böyle bir işin. Sanatçının eseriyle bütünleşmiş olması lazım. Bunun tersini yapmak bu işte samimi olmamak, pazara ya da tribüne oynamak anlamına gelir ki bu da sanatın ruhuna yakışmaz.

-Kendinizi uzak tuttuğunuz sinema anlayışı nedir?

-Özellikle Hollywood sinemasının anlayışını uzak tutarım kendime. İnsanları sadece eğlendiren ve paralarını alıp merkezden dışarı postalayan bir sinemadır. İnsanları düşündürmeyen, aptallaştıran, tembelleştiren, zulme rıza gösterme konusunda şevklendiren ve her şeyi meşrulaştıran bir sinemadır Holywood sineması. Bir de reklamdan nefret ederim. Herkes hatta bazen ben de kendimi bunun içinde görürüm reklamı çok rahat kabul ettik. Oysa ki tanıtım ve haber verme dışındaki reklamları haram görüyorum.

-Sinema edebiyat buluşmaları hakkında ne düşünüyorsunuz. Güçlü eserler sinemaya aktarılmalı mı? Şiirden bir sinema eseri çıkaracak olsanız başrol hangi şiir olurdu?

-Şiiri çekmek tabi ki farklı bir olay. Şiirin kendisini değil de şiir üzerinden bir şey çekersiniz. Turgut Uyar’ın bir filmi var; “Göğe Bakma Durağı” diye. Ben bu şiirin üzerinden bir senaryo yazmıştım ama şiirin kendi içeriğinden çok farklı bir olaydı. Kayıp Zaman Düşleri adlı kısa filmimde İsmet Özel’in bir şiirinden bir iki mısra kullanmıştık. Örneğin Sezai Karakoç’un “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinin son bölümünü düşünün. Böyle bir eserin altına hangi filmi koyarsanız koyun eksik kalır. Çok fazla şiirle ilgili konuşmadık ama şiir; bütün sanatların şahıdır. Şiirin içindeki lelimelerdeki renk, atmosfer, kimlik, tarih ve duygu çok farklıdır. Hiçbir sanat bütün bunları barındıramaz üzerinde. Başka bir şekle dönüşmesi de mümkün değildir. Ancak başka bir şey olurlar zorlarsanız dönüştürme işleminde. Sinemada da çok farklı renkler, sesler, atmosfer olarak imkanlar var ama hiçbir zaman şiirin yerini tutamaz. Sinemadaki hareketli zamanın tutsak edilişi en büyük mucizedir.

-Şiirin sinemaya önemli bir katkısı olduğunu düşünüyor musun, film izlerken şiirsellik ve müzik hangi rolleri oynuyor diye bakar mısın?

-Evet bu ikisini ayırmak lazım. Çünkü iki karışık durum ortaya çıkabilir bunları ayırmadığımız vakit. Birincisi şiirin müzik ve ritimden uzak olduğu veyahut şiirin müzikten başka özellikleri olduğu anlamına gelir ki bu büyük bir soru işaretidir. Bu Ahmet Haşim’in şiir poetikasına da ters düşen bir durumdur. Ahmet Haşim’e göre şiir anlamdan ziyade ahenge, musikiye yakın bir sanattır. O, ‘Bülbülü eti için öldürmeye benzer şiirde anlam aramak’ der. Şiiri musikiden ayırmak çok mümkün değildir. Musiki soyut bir sanattır. Soyut olduğu için bütün insanlara ulaşması biraz daha ihtimal dâhilindedir. Dil, kültür, millet ve yerel değerlerle bağlantısı diğer sanatlara göre daha azdır. Başka bir açıdan bakarsak; Nuri Bilge Ceylan şiirsel film yaptığını söylüyor. Ama bakıyorsunuz ki bu yönetmen hiç müzik kullanmamış filmlerinde neredeyse. Sadece radyodan ve dışarıdan gelen müzikleri kullanıyor. Ama bu filmin müziksiz olduğu anlamına gelmez. Bu başka bir müziktir; bu hayatın müziğidir. Sessizlik bazen en güçlü nota haline gelebilir. Baktığınız zaman büyük yönetmenler çok müzik değil de az müzik kullanan insanlardır. Zaten kaliteli bir müziği bir sahneye koyduğunuz zaman ekstradan bir şey koymaya gerek kalmaz.

-Birlikte çalışmak isteyeceğiniz yönetmenler kimler olurdu?

-Bir genç yönetmen arkadaşım vardı. Şu an artık pek sinemayla uğraşamıyor maalesef, kötü bir film tecrübesi yaşadı, yapımcıdan kaynaklanan, Tan Tolga Demirci. Gomeda diye bir filmi vardı. Onunla gerçekten çalışmak isterdim. Mahmut Fazıl var mesela yine çalışmak istediğim. Farklı bakıyorsak da bir çok şeye ilginç bir eser çıkabilir ortaya. İran’dab Abbas Kıyarüstemi ile çalışmak isterdim bir filmde. Yine İranlı Behram Beyzayi var, yaşlandı kendisi ama onunla da çalışmak isterdim. Rus yönetmen Sakurov’la çalışmak isterdim aynı şekilde. Birlikte çalışmak tabi ki hoş arzular ama genelde her yönetmen yalnız çalışmayı sever toplamda…

Kasım 2012

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir