Film Arası Dergisinden Yeşim Tonbaz Faysal Soysal’a Sordu

İlk uzun metraj filminizi bitirdiniz, ne hissediyorsunuz?

Truffaut’nın -sanırım ilk filmini yaparken- bir hikayesi var. Bu film çok güzel olacak, festivallere gidecek, dünyayı sarsacak diyor. Filmin ortalarında ise hayal kırıklıklarından sonra dua etmeye başlıyor, “Allahım bu film bitsin de, hiç bir yerde gösterilmesin, saçma sapan olsun, hiç kimse izlemesin, cehennemin dibine gitsin ama yeter ki bitsin artık, dayanamıyorum” diyor.
başlarken ya da projeyi yazarken bambaşka ideal ve hedefleriniz var. Eskilerin tabiri ile ‘dünyayı kurtarmak, devlet yıkıp-devlet kurtarmak idealleri.
Ama çekimlerin bittiği gün. Müthiş bir yorgunluk ve stresten sonra, “Nihayet bitti” diyorsunuz. Yardımcı yönetmenim, “Faysal, bu senin 4. filmin olmalıydı” demişti. Haklıydı. Böyle bir film kalabalık bir ekip gerektiriyordu. İlk film olarak böyle bir projeye başlamanın farklı zorlukları olacağını biliyordum. Tabi Trufaut kadar olmasa da yapımcım da olmadığı için hakikaten bir an önce bitmesini istediğim çok an oldu. Sinema gittikçe endüstrileşiyor. Makine, para ve zaman kıskacında Minimalist bir ekiple yola çıkmak artık pek de mümkün değil.

Şair kimliğinizden yola çıkarak; şiir ve sinemayı birleştiriyorsunuz, bu kısa metraj filmlerinizde de böyle idi.

Aslında ayırmak doğru değil. Sinema 7. sanat olarak diğer sanatlardan bir şekilde istifade etmek zorunda. Şöyle ya da böyle. Bu biraz yönetmenin kişiliğiyle ortaya çıkan bir şey. Yönetmen şairse şiir etki ediyor, fotoğrafçıysa fotoğraf etki ediyor, işportacıysa, sokakta çalışan bir adamsa, hiç bir kitap okumadıysa yazmadıysa, sokak etki ediyor filmine. Yalnızsa yalnızlık ve bütün derdi kadınlarla ise ‘kadın’ etki ediyor. Yönetmenin derdi çocuklarlaysa çocuklar, tanrıylaysa tanrı etki ediyor.
Bergman’ın filmlerine baktığınızda; keşiş bir babanın evladı olması ve bütün ailesinin dindar bir aile olması sebebiyle, filmlerinde varoluş sorgusu ile birlike, insan dışında büyük bir varlığın sorgusunu da görüyorsunuz. Tanrı’nın. Şair olmak da benim seçtiğim bir şey değil. Haliyle o, ister istemez benim hayatımdaki her şeye etki ediyor. Algılarıma, hüzünlerime, hayata biraz daha melankolik bakmama sebep oluyor. Bunun artısı var, zararı var. Yahya Kemal’e, dünyaya bir daha gelsen yine şair olur muydun, diye soruyorlar, asla diyor. Muhtemelen Necip Fazıl’a da sorsalar aynı şeyi söyleyecektir. Âmâ acı veren şu ki, aslında şairliği de artık adam gibi yapamıyoruz. Şair, şiir yazarken şairdir. Şimdi şiir yazmanın ne kadar anlamlı olup olmadığını kendimize sormaya başladık. Eskiden insanlar okumasa da başka türlü bir değeri vardı ve onun yansımasını en azından bazı insanlardan duymak, hayata karşı katlanma umudu ve direnci veriyordu. Şimdi maalesef insanların hakiki şiiri çok da hak ettiğini düşünmüyorum. Bütün şairler o yüzden sokaktan çekildi, haklı olarak. şiirin cephesi boş ve savunmasız kaldı. Haliyle Türk Sinemanın da cephesi boş kaldı.

Üç Yol filmi özelinde, özellikle ‘rüya’yı ‘kıssa’yı ve ‘şiir’i, bir filmde toplamak riskli değil miydi ya da zor?
Zordu ama bunu kendim için yaptım diyebilirim. Arkadaşlarımın bir çoğu beğenmelerine rağmen çok riskli, çok karmaşık ve çok zor bir senaryo olduğunu söylediler. En azından yapımcılar destek vermekten çekindiler. Sıradan bir festival filmi olmadığını biliyordum. Bir çok yurt dışı destek fonuna da başvurdum. Elinizde sadece senaryo olunca ve o da tercüme olunca farklı algılandı demek ki. Halbuki filmi yapan yönetmendir. Senaryo değil. İyi filmlerin kaderi aslında benzerdir. Çok fazla sesleri çıkmaz ancak festivallerde bir kaç yönetmen ve eleştirmen beğendikten sonra bambaşka bir serüveni olur filmin. Ancak iletişimdeki bu hızlanma ve değişim gittikçe seyirciyi de körleştiriyor.

Nasıl bir beklentiniz var festivallerden?

Cannes Film Festivalinde, yönetmenlerin 40 gününde bir beğeni almış, seçilme durumuna da yaklaşmıştı. Son anda başka bir filmle çekiştiğine ve alınmadığına dair jüri başkanından özel mail aldım. Ama daha üzüntü verici olan, Türkiye’deki festivallerde böyle bir filmin es geçilmesi. Bu nedenle bu soruyu daha çok Festivallerle ilgili beklentim vardı diyerek yanıtlayabiliyorum şimdilik.

3 Yol yalnızca mekansal olarak değil, sosyal mesaj bakımından bir kaç konuyu birleştiren bir film Bosna mevzusuna değinen filmde, Batman’da ki intiharlar ve Hasankeyf ile ilgii de sosyal mesaj da var. Bu meseleler nasıl Yusuf Kıssası’nda bir araya gelebildi?

Ben bunu parçalı olarak pek düşünmedim. Evet, senaryo çok teknik bir malzeme ve bunu parçalamanız lazım. Neresinde ne konu var, hangi sosyal mesaj var, nasıl ilerliyor gibi… Bunun bazı kuralları var. Hollywood bu kuralları çok iyi belirledi. Kuralların içerisinde olan filmler çok izleniyor ve gişe yapıyor. Dolayısıyla o tarz bir matematik içerisinde bir film başladığında sonunu tahmin edebiliyorum. Ama ben hiç böyle bir duyguyla sinemaya bakmıyorum. Hikaye anlatıcısını bir yere sürükler, doğrudur. Ama şiir başkadır, şiir kişinin üzerinde bir duygu bırakır ve o duyguyu içindeki başka bir duygu ile birleştirerek sen kendine bir yol çizersin. O yeni duygu ile birlikte hareket edersin. Yani seni serbest bırakır. Sana başka bir deneyim yaşatır.Bir film, en azından bir sanat eseri herkesi kucaklamamalıdır. Kucaklıyorsa bir sorun vardır. Oscar filmlerini genellikle öyle seçerler ama genelde aslında Oscar filmleri bizi, yani şairleri, akıllı adamları kuşatan filmler değillerdir. Çoğunlukla sıradan, doğru tüketimi yapan, doğru parayı kazanan, doğru şekilde yaşayan, ama bunun dışında sıra dışı yaşayan, başka durumlarla ilişki kuran, hayata acı perspektifinden bakan, hakkaniyet perspektifinden bakan insanları kucaklamaz kolay kolay. Ya da çok zor kucaklar, bunun istisnaları vardır tabi ki. Filmimde çok fazla hikaye mi var? Bu mu eleştiriliyor? Yani bu kadar hikaye, şairane duyguları yansıtmada, aktarmada bir engel mi? Böyle bakıldığında, haklı olabilirsiniz. Ama bu da bir ezber. Buna izleyici karar verecektir. Ben izlerken, belki kendi filmim olduğu için, farklı bir ilişki içerisindeyim ama başka biri böyle bir film yapmış olsaydı, o hikayelere çok az takılırdım. Kayıp mezarlarına, Batman intiharlarına, Hasankeyf’in sular altında kalmasına; bunlar çok önemli şeyler. Sinemada olmazsa olmaz şeyler. Vicdan sahibi her sanatçı bir sanat eseri var ederken ister istemez eserine girecektir bunlar. Doğrudan bu meselelerin propagandasını yapmak, mevzuyu bunun üzerinde dolandırmak istemese de girecektir. Çünkü böyle bir ortamda yaşıyoruz. Yaşadığımız ideolojilerden, inançlardan, değerlerden bağımsız bir sanat eseri yapamayız. Ama esas mevzu, her neyi anlatıyorsak yeni bir biçim, yeni bir söyleyiş tarzı ve anlatım diliyle yapıp yapmadığımızdır.

Filmin ilk bölümü özellikle, çok konuşkan. Bünyamin’le Züleyha’nın uzun diyaloglarına şahit oluyoruz. Bu beni Faysal Soysal sineması içerisinde şaşırtan bir nokta oldu.
diyaloglarda iki karakterin geçmişini vererek onları tanıtmak istedim. Yani, kızın nereden geldiği, Yusufun babasıyla olan ilişkisi, kıskançlığı… flashbackten hoşlanmayan biriyim. Bu şekilde ara görüntülerle verilmesi hem filmi uzatacaktı, hem de benim istediğim biçime riayet etmeyecekti. Ama çok diyaloglu olduğunu da düşünmüyorum.
Diğer filmlere kıyasla söylemiyorum bunu, sizin kısa filmlerinizle kıyaslamak da istemem ama bendeki Faysal soysal sinema anlayışı açısından şaşırtan bir durum oldu bu.

Evet, diğer kısa filmlerimde çok fazla diyalog yok doğru.
Sinema diğer sanatlara kıyasla en pahalı sanat denilebilir. Destek almak için de çok gayret ettiğinizi de biliyoruz. Ama baktığımızda 3 Yol bir gişe filmi de değil.
Bilemiyorum, festivaller almadığına göre belki gişe yapabilir (Gülerek). Çünkü festival logosunu yedi mi gişe yapamıyor bir film. Bunu ancak zaman gösterecek. İnsanlar değişken, bu tüketim anlayışından bıkmış olabilirler. Yeni bir şey arıyor olabilirler ve bu filmde belki bulabilirler aradıklarını.
Peki festival sürecinden bahsedecek olursak…
Festivallere başvurular oldu ama şu ana kadar henüz bir festivale gitmedi. Bir algı problemi var, belki biz de tam olarak anlatamamış olabiliriz. Artık Festivaller sinemayı geliştirmekten öte kendi ülkesinin politikasının hatta dünyayı da şekillendirecek politikaların izinden hareket ediyorlar. Sonuçta bir marketinge dönüşerek bundan para kazanma, bir şey üretme ve bu tezgahın başında kimlerin oturacağı kavgası festivalde gösterilecek güzel filmlerin önüne geçmiş durumda. Benim gördüğüm Festivaller çok ideolojikleşti ve hepsinin gittiği yer her şeyin modern zamanda gittiği yer ‘Pazar’ ve ‘kapitalizm’.

Bütün festivallere gönderiyor musunuz filmi?

Ulaşabildiklerimize gönderiyoruz.

Anlaşılmadı mı filminiz?

Sadece anlaşılmadığı anlamında değil, insanların sevmediği bir şey yaptım. Festival filmlerinde insanlar belirli bazı kareleri görmek istiyor. Alışkanlıkların peşinde gitmek istemedim. Tarkovski, Bergman, Sakurov’un izinden giderek kendi içimdeki aradım. Bu nedenle Sadece Mostar veya Hasankeyf olduğu için gidenler de hayal kırıklığına uğrayabilir. Onların da güzelliklerini göstermek için filmi yapmadım. Evet onlar da var ama başka bir görevle, tarihe tanıklıklarıyla varlar. Hasankeyf sular altında kalacak, ordaki tarihi mezarlar da sular altında kalacak. Ama Bosna’da İnsanlar, çocuklarının mezarı olsun diye 5-6 yıl kayıplarının peşinden gidiyorlar. Böyle bir çelişki var. Biz tarihi kimliğimizi sular altında bırakmayı göze almışız. Ama diğer tarafta çocuğunun yaşadığına dair hiç umudu kalmayan anneler, yeter ki bir mezarı olsun da arada gidip dua edelim diye çaba gösteriyorlar.
Dolayısıyla bu yönüyle bakabilenler için film çok anlam ifade edebilir. Ve bu film çok katmanlı. Hakiki anlamda değerlendirildiğinde film, insanı çok yoracak ama belki de 10 film izlemiş kadar bir yoğunlukla, enerjiyle, duyguyla çıkacak diye düşünüyorum sinemadan. Çok özel ses tasarımı yaptık. Burak Topalakçı ve Muhsin Ruşen’in katkıları büyük. Muhsin, İran sinemasının en iyi sesçilerinden. Hatemikiya’nın ve Makhmelbaf’ın birçok filminin ses tasarımcısı. Keyhan Kalhor’un müziği atmosferi derinleştirdi. Kurgu’da da Ferşat ile güzel, akıcı ve filmin de kamera hareketlerine uyan bir montaj dili belirledik. Filmin mizanseni Türk sinemasında çok da yaygın değil. Bir tek Ömer Kavur bu tarz mizansenler ve düş sahneleri konusunda cesaret gösterdi. Ve oyuncularımız da sonuçta başarılılar. Kendi performanslarının hakkını yerine getirdiler.

Neye göre seçtiniz oyuncuları?

Oyuncularla ilgili çok sıkıntılı bir süreç yaşadık.

Başka isimlerle anlaşmıştınız galiba?

Evet, Mert Fırat ve Sermet Yeşil ile sözleşmiştik. Zrinka Cvitesic vardı hatta o da çok çok iyi bir oyuncu. ‘Yolda’ adlı filmde oynamıştı Altın ayı ödüllü Jasmina Zbanic’in filminde. Onlarla anlaşmıştık ama son anda başta Mert Fırat olmak üzere, Sermet’in programları değişti, bizi yalnız bıraktılar. İki ay aksadı program. Haliyle Zrinka’yı da alamadık program değişince.Bütçelerle ilgili sıkıntılar da yaşadık program aksayınca. Normal şartlarda Bosna’yı mart başlarında, yağmurlu ve kasvetli havada çekmeyi hedefliyordum. Sonra buraya geçmeyi planlıyordum. O değişiklik böyle bir tezat oluşturdu. Ama Allah sürekli yardım etti garip bir şekilde. Özellikle Saraybosna’da yağmurlu ve kasvetli havalar oldu. Batman’daki çekim günlerimizde bulutlu havalar bizi takip etti. Şükürler olsun diyoruz. Normal şartlarda o mevsimlerde bu havayı, renkleri yakalamak mümkün değil. Allah yardım etti diye düşünüyorum

Bütün olarak ne kadar ve nasıl bir süreç oldu, ne kadar sürdü filminiz?

2009’dan beri benim çalıştığım bir proje. 3-4 yıl sadece filme bütçe aradık ve bulduğumuz da filmin çekimine yetebildi ancak. Ondan sonra daha rahat destek buluruz diye düşündük ama olmadı. Post prodüksiyonu da bir yılda bitirebildik ancak. Türkiye’de laboratuvar çok pahalı olduğu için İran’da yaptık. Bu arada renk tasarımını çok iyi bir İranlı sanatçı yaptı. Okuldan arkadaşım olduğu için destek verdi bize.

Fragman için özellikle bir çalışma yaptırdınız sanırım?

Evet fragman için Evgeny Grinko’nun bir parçası vardı ve iletişime geçtik. O da düzenleme yaptı, onu kullandık.
Müziğin de sizin filmlerinizde özel bir yeri var. Bazıları tercih etmiyor. Sizin için şiir kadar önemli galiba?
Bazı minimalist yönetmenler müziğin doğrudan yönlendirdiğini düşünürler, ki doğrudur nispeten. Ama müzik olmaz demek saçmalık. Böyle bir şey yok. “Ben sokaktaki hayatın müziğini veriyorum, müziğe ne gerek var” gibi cümlelerin anlamı yok bende.
Biz sonuçta bir çerçeveden bir dünya göstermeye çalışıyoruz. Bizim dünyamıza, bizim kişiliğimize etkisi varsa melodilerin, onlar da gireceklerdir o çerçeveye. O filmin biçimine ve ihtiyacına göre gireceklerdir. Ben de çok fazla müzik kullanmadım. Kayıp Zaman Düşleri’nde Handel ve Marcello vardı. Kısa filmde tabi daha fazla göze geliyor kullanıldığı vakit. Müziğin neden kullanıldığı meselesi ayrı, uzun bir konu.
İran ve İngiltere’den çok iyi filmlerin müziklerini yapan müzisyenler deneme gönderdi. Bunlar festivaldekilerin istediği şeydi. Ama benim istediğime yaklaşmadığını veya oturmadığını hissediyordum. Ya öne geçiyordu yahut da çok gerisinde kalıyordu görüntünün ve atmosferin. Haliyle onu biraz daha ince eleyecek, hatta içimizdeki duyguya etki edecek ve inceltecek müziği tercih etmeye çalıştım. Preisner ve Eleni ile görüştüm. İkisi de filmi beğendi ve çalışmak istediklerini söylediler. Preisner’ın fiyatı yüksek olduğu için çalışamadık. Eleni’nin de 2014’re vakti olacaktı. İkisiyle de çalışamadık bu yüzden. Ama Kayhan Kalhor’un Neredesin adlı müziği güzel oturdu diye düşünüyorum.

İran’da sinema eğitiminiz var. ABD’de katıldığınız eğitim var. Sonrasında gelip Türkiye’de bir ayağı Saraybosna olan bir film yapıyorsunuz. Farklı bölgelerdeki bu eğitimin nasıl bir etkisi oldu?

İkisi çok başka, evet. İran’daki özellikle öze ve niteliğe dair eğitim çok daha güçlü. Prodüksiyon geri planda. Daha derinlikli bir bakış. Ama çevre, zaman ve bütçe olarak da Amerika’daki anlayış bir şeyler kazandırdı. Orada kamerayı veriyorlar, iki saatte filmi çekip getirmelisiniz diyorlar. Yapımcılık noktasında çok şey öğretti.
Bu (Üç Yol) özellikle…
Evet, bu özellikle. Memleketimde yaptığım bir film. Daha evvelden de kadın intiharları ve Hasankeyf’le ilgili bir film yapmak istiyordum. Ama çok fazla insanların eğildiği ve sömürdüğü konular olduğu için de uzak durmaya çalışıyordum. Burada da zaten o konuları merkeze almadım. Çok kenardan ince ince girip çıkıyorlar. Esas hikaye aslında bir şairin vicdan muhasebesi.
Yusuf Kıssası’ndan da yola çıkarak bakıldığında filmin aşk hikayesi olduğu sonucu çıkabilir.
Zaten aşksız hiçbir şey olmaz. Ne konuşsak, neyin kavgasını versek, aşk yoksa o kavganın, muhabbetin anlamı olmayacaktır. Savaşa rağmen yaşamak, hakikat, rüyalar aşk. Ve bunun farklı yansımaları var filmde. Zaten Bünyamin’in söyledikleri de ona işaret ediyor. Kavuştuğunda ya da sevdiğin bir insanla olmanın adı değil Aşk. Aşk dediğimiz şey kaybetmekle başlar.
Her insan aşık olamaz. Kaybetmenin acısı o aşkı büyütür, büyütür ve hikaye haline getirip dilden dile dolaştırır. Yusuf ile Züleyha daha ilk karşılaştığında birleşselerdi bu hiçbir zaman bizim anlatmakla bitiremediğimiz bir aşk olmayacaktı. Hiç kimseyi de ilgilendirmeyecekti. Romeo ile Juliet’i düşünün, Leyla ile Mecnun’u düşünün. Karşı cins üzerine tanımlanan aşklar bunlar. Bunlardan daha büyükleri de var. Mesela Mevlana’nın Şems’e olan aşkı, ve ondan büyüğü Peygamber Efendimize duyulan aşk var. Ali’nin aşkını düşünün mesela.
Bizim hikayemizdeyse Bünyamin’in şair yönüyle Yusuf’a olan aşkı var. Yani sadeliğe, yalınlığa, babanın yanında kalmaya, toprağa, sular altında kalacak bir mekanın varsa yoksa tarihi eserlerini kurtarmaya, geçmişe dair eserleri yeniden canlandırmaya özetle Yusuf’a olan aşkı var Bünyamin’in. Aslında Bünyamin’in aşkı Züleyha değil, Yusuf. Ve o yüzden kıskanıyor. O yüzden rüyalarda Yusuf oluyor, ismini bilmediği, yüzünü bilemediği bir kızın peşinden gidiyor. Aslında bütün dert Yusuf’un saf aynasında tekrar Züleyha’yı görmek. Ama filmin sonunu açık bırakıyoruz reel anlamda yanlış anlamalara sebep olmasın diye. O bir rüya mı, gerçeklik mi, hakikat mi, seyirciye kalmış. Zaten son sahnede rüya ile hakikat arasındaki sınırları renklerin ve atmosferin birbirine geçmesiyle kaldırıyoruz. Bence siz rüya kısmında yaşayın, orada hakikat daha büyük demek de istiyoruz bir yönüyle.

Dağıtım ve vizyonla ilgili neler söylersiniz?

Herkes dağıtımcıları eleştiriyor ama sorun daha büyük. Düşünün fırın açılmış ve tezgahta çeşit çeşit ekmekler var ama insanlar aç değil. Ramazan ayı, kimse gelip ekmek yemeyecek. Dağıtımcının işi de böyle. Filmi biz bu kadar zahmet çektik diye gişeye koymasının anlamı yok tabi. Çözüm yolunu Kültür Bakanlığı’nın veyahut da bizim oluşturmamız lazım. Bu kadar yatırım yapıyoruz, emek veriyoruz ama kendimize ait bir sinemamız yok, seyircimiz yok, seyircimizle buluşamıyoruz. Her festivalde mutlaka kavga çıkıyor. Kimse festivalde seçimlerin hakkaniyetle yapıldığını düşünmüyor. Kimse yönetmenle ve filmle doğru bağlantı sağlayamıyor. Bunun ortamı da sağlanmıyor. Tabi bunu sağlayacak sadece Kültür Bakanlığı değil. Akademilerimiz, üniversitelerimiz de yok. Bugün gidin İran’a, taksiye binin 5 yönetmen söyleyin 4’ünü biliyorlar. Burada bir taksiye binelim, 10 yönetmen söyleyelim 1-2’sini bilirler. Ve onlar da muhtemelen gişe filmi yapan yönetmen olacak. Sadece sinema ile ilgili değil bütün sanat alanlarında, şiirde de iş bu hale geldi.
Sanat ile olan bağımız sıkıntılı…
Açlığın ve fakirliğin pençesinde boğuştuk. Şimdi zenginliği birden bulunca her şeyi unuttuk. Belki bundan sonra insanlar yavaş yavaş ilgi duyacak diyoruz ama kültürün fakirlikle ilgisi yok. İran çok fakir bir ülke ama insanlar yine bunlardan tatmin buluyorlar. Bu, seviye, algı ve geçmişten gelen kimlikle ilgili bir şey. Harf devrimiyle kendimizle, özgüvenimizle, hakikatimizle bağımız kopmuş. Yolu şaşılardan sorar körler haline geldik. Bu yüzden bir Kültür politikası yok Türkiye’de. En fazla 2-3 yıllık projeler var. 50 yıllık bir proje yok mesela. 1950’lerde 2. Yeni ile birlikte Türkiye de değişilebilirdi. Siyasetçiler bunu göremedi. Kavgalar olmasaydı, dile ihanet, Türkçemize, Osmanlıcamıza ihanet olmasaydı, dine karşı bu kadar düşmanlık beslenmeseydi, farklı insanların görüşlerine, gayrimüslimlerin yaşayışlarına kastedilmeseydi, adaletle insanlar yaşamayı benimseseydi bugün iş daha başka olurdu. Ama biz her zaman ideolojik bir saf belirleyip saldırmanın ve ötekileştirmenin peşindeyiz. İsmet Özel’in mısrası aklıma geliyor bununla bitirelim mi:

Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız

Ekim 2013

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir