Ayîne Dergisinden Abdurrahman Badeci Faysal Soysal’a Sordu

1.bölüm

Abdurrahman Badeci: Klasik olacak ama… Sinemadan evvel, eczacılık, tıbbiye… Bütün bunlardan sonra ne oldu da yönetmen oldunuz? Bu soruya “Neden film yapıyorsunuz?”, sorusu da dahil!

Faysal Soysal: Eyvallah. Aslında bu kişisel bir yolculuk… Birçok yazarın, sanatçının, yönetmenin ya da yaşadığı hayat sürecinde bir şeyler başarmak isteyen insanların, hayat çizgisine baktığımızda düzgün bir ilerlemeye sahip olmadıklarını görüyoruz. Bir şekilde, zikzaklar, algılar, vazgeçmeler, yılmalar, yıkılmalar hatta bazen intiharlar var. En baştan başlamalar var örneğin. Kim bilir belki de kaybettiklerimiz daha büyük işler yapacak olanlarımızdı; intihar, kaza veya başka facialarla sonuçlanan ilginç hayatlar var. Onların yaşamı bazen başka insanların eserlerinden daha etkili olabiliyor bizim için.

İnsanın hayal dünyası diyebileceğimiz bir dönemi var; özellikle lise yıllarında. 17-18 ile başlayıp 21’e kadar süren bir dönem olarak tecrübe ettim ben. O hayal yıllarında insan alışkanlık gereği olsun ya da çevre şartlarının kişisel dünyasına etkileri bakımından olsun neyi sorguluyor ve nasıl hayaller kuruyorsa aslında ondan sonraki dönemlerini bu çerçeve hep belirliyor. Bugün 21’ine kadar eğer bir insanda büyük bir heves ve ideal yoksa ondan sonra olması çok düşük bir ihtimal.

Biz de yaşadığımız bölgelerde kendimizi hayalci yıllarımızda İslamcılık ideolojisi, PKK ve Hizbullah üçgeninde bulduk. Böyle bir ortamda kendimize yakışır ahlaklı ve aynı zamanda inanç değerlerine özden sadık bir kişilik ve karakter kazanma yolunda hayaller kurduk herkes gibi. Bu bende ortaokul zamanlarında başladı. Haliyle o yıllarda insanlardan ve onların bazı durumlarından –hatta çoğundan- etkileniyorsunuz; o hayallere o rüyalara doğru bir adım atıyorsunuz; ama beklemediğiniz bir anda biri geliyor ve bir lütuf gibi sizi bambaşka bir yere çekiyor. Ufuk açıyor. Benim edebiyat öğretmenim, ortaokul birinci sınıfta bize sanatın, özelde ise şiirin kapısını açtı. Aksi takdirde biz ideolojik olarak nerdeyse İslamcılığın sadece (kaba) radikal çizgisinde tıkanıp kalacaktık. Hizbullah kadar kötü değil tabi. O apayrı bir durum, çünkü Hizbullah’tan da en çok keskin inaçlılar darbe aldı o zamanlar. Hizbullah’ın birkaç sloganik kitabı saymazsak, kitap okuduğu yoktu zaten. Özelde ise akıllı olabilecek Müslümanları aptallaştırmak için devletin gizli güçlerinin kurduğu bir operasyondu. Hizbullah’ı ve PKK’yı birlikte vuruşturarak oradaki inançlı kürtleri korkuyla sindirmenin bir oyunuydu bir çoğumuzun gençliğini heba eden. O edebiyat öğretmenimiz, bizi Necip Fazıl’ın metafiziği, Garip akımının derviş-meşrep avam şiiriyle tanıştırdı. Şiir diye yeni bir dünyaya adım atmaya başlamıştık. Ama o dönem idealist hayalperestliğimizden de taviz vermiyoruz. Memleketi kurtarma planları tasarlıyoruz. Mısır’da, İran’da şehitlerin cesurca yazılmış kitaplarının tebliğini yapıyoruz. Çünkü öyle bir çizgiye girmiştik başından. Üç seçenekten en erdemlisi de bu geliyordu zaten. Kendimizi Allah’a yakın olarak gördüğümüz için de huzurluyuz. Tamamıyla bırakamıyoruz bazı şeyleri! Diyelim ki dinî kitapları. -“dinî olmayan kitap” var mı, yok mu o da tartışılır. O zamanlar öyle bir ayrım vardı.- Dini kitap, dini musiki, İslami şiir, yeşil pop falan filan gibi, saçma mevzularla bizi meşgul etmişti abilerimiz. Onlarda da kusur yok. Çap o kadar olabiliyordu demek ki.

İşte o vesileyle şiirle tanıştım. Ve ilk yazdığım bir ya da ikinci şiirde Zahit Eren Hoca’mızın, -ki Zahit Eren aslında daha sonra Ece Ayhan’ın bile kitabında zikrettiği önemli genç şairlerdenmiş. Şiir dünyası, kelimeleri, imgeleri, Türkçeyi kullanma becerisi ciddi anlamda büyük bir tesir bıraktı üzerimde. Allah razı olsun kendisinden. İçimizi biraz doldurdu diyelim.

Sanat işte böyle bir şey aslında… Bunu musiki ile de yapabilirsiniz. Resimle de yaparsınız. Edebiyatla da yaparsınız. Ama bir şekilde sanatın ruha değmesi gerek! Başka türlü tasavvuf da bazı yerlere değiyor ama sonuçta insan ruhunun bir matematiği yok. Mutlaka şöyle olmalı böyle olmalı diye formül yok. Herkes kendi tecrübesini kendisi yaşar.

Gençlik yıllarında yaşadığım sosyal ve bireysel duygusal tecrübeler şiirimi uzun süre besledi. Değişik kıvrımlar oldu hayatımda. Tıp fakültesinde, insan bedeninin nesneleşmiş haliyle birebir ilişki kuramayışıma da sanırım bu şiir sebep oldu ve sonunda terk ettim okulu.

O zaman lise sonrası tıp okumak biraz işin ekonomik tarafıyla alakalı olsa gerek. Doğu’da yaşadığınızı göz önüne alarak söylüyorum.
Aynen. Sayısalcıydım zaten, ciddi bir sayısal becerim de vardı. Tıbbı tercih etmek başka türlü bir tercihti. Biraz sosyal ve “ideolojik” geçmişimizden dolayı bir idealist tarafımız var. İnsanlara yardım etme, onları bir yerden bir yere götürme, “kurtarma, hidayete erdirme” gibi düşünceler… Bunları pratikte olsun bir miktar yapma niyeti bizi bir şekilde tıbba yönlendirdi. Bir diğer sebep de, edebiyat ya da sanat bilimlerini okuyanlar gittikçe sanattan ve edebiyattan uzaklaşıyor. Bunun bir sebebi belki ekonomik durum ama akademik kurumların da, iştiyakla, heyecanla gelen öğrencileri sevdikleri özün kendisinden soğuttukları ortada. Olumsuz anlamda formatlıyor diyebiliriz. Bu aslında cumhuriyetten kalan eğitim sisteminin handikapları. Osmanlı döneminde böyle olduğunu düşünmüyorum. Cumhuriyetten sonraki eğitim sisteminde, bir şeyi seviyorsanız o bölüme geldikten sonra genellikle o bölümden nefret ederek çıkıyorsunuz. Tıp da böyleydi benim için. O yıllarda başka kavgalar da vardı tabi, başörtü meselesi, 28 şubat falan… Benim insan bedeniyle kurmaya çalıştığım ilişkide ciddi tezatlar, soru işaretleri oluşmaya başladı derslerde. Ve aynı zamanda derslerin yoğunluğu kitap okumaya dahi fırsat vermiyordu. Haliyle bu bölüm bana göre değil diyerek bıraktım. O yıllarda şiirin yanında sinemayla da ilgilenmeye başladım. Aslında sinemada ilk film izleyişim, Ankara’da ‘Cesru Yürek’ filmiyle olmuştu. Sinema perdesinde ilk defa o filmi izlemiştim. Sene 97…

O zaman sinemacı olmaya karar vermediniz herhalde…

Hayır hayır tabi ki onunla karar vermedim. Ama haliyle etkilendim. Aslında ‘sinemacı olmaya karar vermek’ cümlesi ayrıca tartışılması gereken bir cümle. Yani bana sorarsınız şu an bile sinemacı olmaya karar vermiş miyim, vermemiş miyim emin değilim. Sonraki süreçte sinema filmleri izlemeye başladık. Sanat filmlerini anlamaktan haz almaya başladım. Andrey Tarkovski ile tanıştım. Bergman, Kieslowski, Antonioni ve tabi İran sinemasının güzel örnekleriyle karşılaştım. Film üzerine yazmak, konuşmak bana ciddi bir zihin egzersizi ve aynı zamanda sanatta başka bir boyut kazandırıyordu. Yazarlık, İran sinemasıyla ilgilenme daha sonra yolumu İran’a götürdü. Konsolosluktan da bir taleple… Bir bursla İran’da Farsça öğrenmeye başladım ve sinema okumak istedim. Tabi çok zor bir süreç oldu o kabulü almamız. Ben eczacılık mezunuydum ve sinemada yüksek lisans yapmaya çalışıyordum. Bir şekilde kendimi kabul ettirdim yaptığım çalışmalarla, yazdığım makalelerle…

İran tecrübesi de başlamış oldu bu vesile ile..

Evet. Ve benim için çok özel bir tecrübe İran tecrübesi. Oradaki gençler muazzam yetenekli ve yaratıcılar. Evet, ciddi muhalifler, sisteme karşı, muhalif olmalarını da anlıyorum. Hatta ben sünni bir Müslüman olarak bile mollalara bir şekilde muhalif saftaydım. Arkadaşlarımınki gibi bir din karşıtlığı üzerinde değildi bu ama dini farklı sunma ve temsil boyutlarından dolayı tabii ki muhaliftim onlara. Bir şekilde eleştiriyordum onları. İçlerinde çok iyi ve yetenekli gençler vardı. Ahlaken de bir dini inanca bağlı olmamasına rağmen çok dürüst insanlar vardı arkadaş çevremden.Bu inançsızlık onları kendi geleneklerinden dillerinden üsluplarından şiirlerinden edebiyatlarından hiç koparmıyor.İkisi birbirinden ayrılan şeyler. Daha doğrusu onlar bu ayrımı yapabilmişler kendi içlerinde. Yani bir şiirden, Hafız’dan, Mevlana’dan etkilenen bir zihin, ideolojik olarak ben artık ateistim dese de, İran’da bir film yaptığı vakit sonuçta o kültürün bir devamı olarak yapıyor. Sorguluyor, hiçe sayamıyor. Sayamaz zaten. Batı da hiçe saymıyor bunu. Yani Hıristiyanlık geleneği de Avrupalı aydın ve sanatçının hiç atlamadığı bir şey. Bir tek Türkiye’de geleneğin mutlaka sökülüp atılması gereken bir kangren olarak yorumlandığını görüyoruz. Muasırlaşma projesi adı altında kimliksizleştirildik ve patavatsız yurttaşlar sınıfına girdik. İran ya da Batı sanatçısı ne yaptı? Kavgayı ya da ideolojiyi bir devlet memuru şeklinde yaymaya çalışma yerine temel olan ve her insanın acısına değen durumları sorgulamayı görev bildiler. Felsefe, insan neden inanır, inandığında neden amel eder veya etmez gibi şeyleri sorguluyor. Sanatın bunu sorgulama biçimi felsefeninkinden farklıdır. Sanat ya da şiirde daha çok bir ben’e, özneye yani insanın kendisine doğru bir yolculuk var. Şiir insanın ne cins bir mahluk olduğunu daha doğru bir deyimle nasıl diğer cins mahluklardan farklı olduğunu anlamamıza yardım eder.

Şimdi bu hikayeyi göz önüne alarak, bir sinema perspektifiniz söz konusu. Bunu da şiir üzerinde konumlandırmışsınız. Edebiyat demiyorsunuz ona şiir diyorsunuz daha ziyade. Çünkü edebiyatın sinemayla kurduğu ilişki biraz daha problemli bir ilişki. Şiirin sinemayla kurduğu ilişki daha az problemli bir ilişki herhalde.

Şiir daha problemli de olabilir, daha az problemli de olabilir. “Edebiyat yapmak” diye bir şey var değil mi? Başka dile tercüme edemezsin bu ifadeyi. Edebiyatı bu kadar değersizleştiren bir tabir yok diğer dillerde. Niçin değersizleştiriyor çünkü bir iş üzerine çok fazla ürün, çok fazla söz o işin kalitesini azaltıyor. Entelektüel anlamda evet edebiyat dediğimiz bir alan da yok değil. Eleştirmenler, hikayeciler, romancılar burada ürünler ortaya koyuyorlar. Çok nadirdir iyi ve has eser ortaya çıktığı ama şiiri ele aldığımızda Türk Şiiri geleneği ortada olduğu için zaten işin milli tarafı ve dil meselesi çözülmüş oluyor.

Şiirin evet öyle bir yanı var. Edebiyatın da hatta bana kalırsa sanatların üzerinde şemsiye bir kavram(!) Diğer bir ikinci unsur niye şiiri daha çok ön plana çıkarıyoruz veyahut bu kadar önemsiyoruz?

Çünkü bizde edebiyat yok. Bizde şiir var(dı) zaten. Biz hikâyeyi de, romanı da manzum şeklinde yazıyormuşuz. İran edebiyatı da böyleydi… Düz yazı diye bir şey yok bizde. Düz yazıya insanlar ancak padişah fermanında ya da medresedeki bilimsel kitaplarda rastlıyormuş insanlar.

Değişik boyutları vardır şiirin. Ve siz ona edebiyat demezsiniz. Sinemayla ilişkisine geldiğimizde ise bana kalırsa edebiyatın sinemayla ilişkisi şiirin ilişkisinden daha sağlıklı. Çünkü sinema bir ‘gavur’ icadı. Edebiyat dediğimiz, mensur dediğimiz eser, roman da hatta tiyatro da bir gavur icadı. Dolayısıyla birbirlerine adaptasyonu, yabancılaşıp birbirlerinin şekline girmeleri daha kolay. Çünkü baştan itibaren maske ve ikinci bir yüzle başlar bütün Yunan ve Latin efsaneleri. Karakterlerin bir çoğu günahkar olan insanın ihtirasla tanrı olmak isteyen tarafını ve bu uğurda şeytanı rehber edinip başka bir kimlikle başkalarının hayatını oynarlar. Bunun seyirci toplayacağı da kesindir. Yazarın bilinçaltını rahatlıkla okuyabileceğiniz sun’i hikayeler. Tiyatro da böyle… Trajedi yahut komedyaya bak bütün ihtiras ve ihanet senaryolarını görürsün. Romanlar da böyle. Ve son hamle olarak sinema da çok farklı değil.

Sinema da böyle diyorsanız başka sorular gelir o zaman…

Gelsin o halde. Çünkü bana kalırsa sinema da böyle. Sinema bunun en son noktası. Yani aslında başka bir maske takmanın, insanları manipüle etmenin, kandırmanın, müthiş imkânı… Ama sinemayla filmi ayıracağız. Sinema ilk çıktığında sinema olarak çıkmadı. İlk çıkışında, film eseri olarak çıktı. Yani film dediğimiz bir şerite, Lumier Kardeşler bir şeyler kaydetti. Ve bunu insanlara gösterme, para kazanma gibi bir hedef gütmediler asla. Böyle olacağını da bilmiyorlardı. Onlar zamanla üzerine düşünüyorlardı. Fotoğraf, zamanı bir karede durdurabiliyor, acaba hareketi nasıl olur da kaydedebiliriz? Belki de zamanı o zaman yakalamak ve elde etmek mümkün olabilir diye hayal kurdular.

Bir teknik olarak aslında,

Elbette. Aynen. Film sanatı dediğimiz şeyin sinemayla ilgisi var doğru ama o sadece o çemberi kendisine sınır kabul etmez. İlk film deneylerinden sonra sinemayı endüstri haline getirerek paraya dönüştüren Fransızlar oldu. Ve bildiğimiz süreç başladı. “Biz bunu kafelerde değil de salonlarda gösterelim insanlar izlesin, para versinler…” Oysa aynı dönemlerde Rimbaud da var, Rilke de var, Lorca da var kaçı bunların değerini biliyor ya da anlayabiliyor. Bu sanatçıların eserinde parayla ölçülebilecek bir durum olmadığı için pek kimseye bir şey kazandırmadılar malesef. İnsanlık ve vahşet karşısında insan olmayı belki tekrar hatırlattıkları için kapitalizm için tehlike olarak bile görülmüşlerdir eminim. Parayla veya başka bir şeyle ölçülen unsurların hiçbiri sanatın içinde barınamaz. Para ya da dünyevi herhangi bir menfaat eserin varoluş sebebiyle katışırsa artık öz, insani kontrol ve insanın o aşkın duygularına rehber olacak samimi bir alan kalmaz ortada. Bugünkü sinemamıza baktığımızda eserlerin var oluş aşamasında dış etkenlerden etkilenme oranını düşündüğümüzde nasıl sanat eseri olacak ve film eseri olarak tarih sayfalarında yer alacak düşünemiyorum. Dış etkenler derken; ekip, para, zaman, koordinasyon, ideolojik, politik, cinsel tercih ya da özgürlük dayatması, saplantılar ve başka bir sürü insanın samimiyetine zarar veren hain emel. Yani sonuçta sanatçının şahsi -bireysel demiyorum- saplantılarınızdan tutun da ideolojik olarak devletin saplantılarına kadar bir sürü yönlendirme var sinemada. Halbuki şiirin hareket noktasına baktığınızda öznel olarak sadece siz varsınız. Hiçbir insan teki için bir şey yapmazsınız. Ama sinemada bu kadar elimiz açık değil, bu kadar özgür değiliz. Eğer özgür olabilse eyvallah. Bu konuda çektiği eziyetlere rağmen yine de en özgür yönetmenlerden biri Tarkovsky idi. Kendi zamanında bunu sanat olarak yaptı. Arkadaşları da vardı aynı imkanlara sahip ama hepsi bir Tarkovsky olamadı. O’nun sineması diğerlerininki gibi sadece Rus sineması olarak değil bütün dünyanın sinemasıdır. Bütün dünya insanın sorduğu ve soracağı soruları içinde yakıp söndürmüş, söndürmüş ve yakmıştı. Sorularını pratik ya da pragmatik amaçlar için sormadı. Hakiki bir sanatçı olduğu için modern insanın karşılaşacağı soruları önceden hissetti ve sordu.

Sordu ve bunları bir üslupla ve biçimle anlattı ve biz bu biçime de şiirsel sinema diyoruz!

O biçim de aslında az evvel seninle konuştuğumuz hem İran’dan hem Türkiye’den hem Avrupa’dan, Amerika’dan yönetmenlerin ve teknik ekiplerin birlikte film sanatına yaptıkları katkıların toplamından ortaya çıkıyor. Tarkovsky de her şairin yaptığı gibi kendinden önceki bütün sanatçıların biçimleri ve teknik başarıları ile hesaplaştı. Ayzenaştayn, Podofkin, Vertof, Davşenko ile hesaplaştı ve sonunda kendi derdini ve hayattaki anlam arayışını kendine ait bir sinema dili geliştirerek gelenek içinde var oldu. Şimdi kimse onu dışlayarak, Bergman’ı, Kurosawa’yı dışlayarak sinema tarihini nakledemiyor. Spielberg, James Cameron hatta Tarantino ise zamanında çok sevilip, gişe hasılatı kırmalarına rağmen daha çok hasılat çizelgelerinin arasında esir olmaya mahkumlar.
Tarkovskynin şiir ve sinema ilişkisini onun dolayımsızlığı üzerinden kuruyor. Şiirin dolayımsızlığı var yani. Dolayımsız bir sanat. Aslında dolayımlı bir sanat. Kelimeleri kullanması yönüyle dolayımlı bir sanat ama, imgeler dolayısıyla dolayımsız bir sanat. Şimdi sinemanın da –daha doğrusu büyük filmlerinde- böyle bir tarafı var. Siz buna film diyorsunuz.
Sinema olarak da değerlendireceğimiz alan vardır elbet ama ben biraz daha sinemayı endüstriye yakın bulduğum için film sanatı demeyi tercih ediyorum.

O halde nedir sinema, nedir film?

Film bir yönetmenin bir sanatçı gözüyle gerek ekonomik gerek ideolojik şartlara hedeflere amaçlara prim vermeden kendi egosunun hoşlandığı bir düşünceyi yayma derdine düşmeden sinemanın teknik imkanlarını kullanarak yeni ve benzersiz olacak şekilde kendi acılarından ve dertlerinden hareketle birkaç kişilik ekiple vücuda getirdiği sanat eseridir. Hiçbir şekilde bir pazarlama hedefi gözetilerek yapılmaz. Tabi yine okura sunulan şiir gibi seyirciye sunulur. Şiir okuru, şiiri doğru anlamak için nasıl ki şiiri bilmek zorunda ise seyirci film sanatının teknik ve artistik boyutlarını, sinemanın biçim tarihi en azından orta düzeyde bilecek ki bu yeni eser kendisinde işe yarayacak bir iz bıraksın. Ama sinema endüstrisinin ürettiği Hollywood filmlerini olsun, Türk filmlerini olsun anlaması için seyircinin bir gayret göstermesi gerekmez. Böyle arzulanmaz da zaten. Yoksa biraz düşünürlerse sıkılıp da çıkabilir insanlar. Eğlenecek vakti, koluna takacağı manitası ve mısır ile bilet alacak kadar parasının olması sinema yatırımcılarının aradıkları yegane şartlar…film yaparken şiir yazarı olan şairden uzaklaşmak gerekiyor. Şiir okuru Şair’den istesenizde uzaklaşamıyorsunuz zaten

Peki, kısa filmlerinizden bu yana ya da ben film yapayım demenizden bugüne kadarki süreç nasıl işledi.? Bir de o zamandan ‘Üçyol’ filmine kadar, hatta yeryüzü hikayelerine kadar ki tekamülünüz yani sinema fikri tekamülünüz…

Sinema bölümü okuma teklifi geldi. Yani aslında yönetmen olmak için okumaya gitmedim. Tarkovski ve İran sinemasından sonra sinemadan ciddi anlamda etkilenmeye başlamıştım. O yıllarda birinci şiir kitabım da yayınlanmıştı. Tabi hezeyan. Şiir kitabı yayınlamanın bu memlekette ne kadar boş olduğunu anlamıştım. Tamamiyle yalnızdım. Şimdi sinemada olduğu gibi. Hiçbir grubun üst ideasına övgü çekmeyi beceremediğim için dergilerin bir çoğu şiirlerimi yayınlamıyordu. Şiirden göreceli de olsa bu kopuş beni biraz sinemaya yaklaştırdı. Sinemanın kitaplardan daha hızlı ve daha fazla insana ulaşma imkânı eskilerden kalan kavgacı tarafımı da kışkırtmıyor değildi. Devir artık bilgisayarı atlamış, bilişim ve akabinde de görsel dil evrimi gerçekleşmek üzereydi. Kitap okuma oranı da gittikçe azalıyordu. Bu şiirin yok olacağı, kitapların yok olacağı anlamına gelmez. Yine de acaba görsel olarak bir film sebebiyle şiirden ya da başka bir sanattan aldığımız o ince zevki yakalayabilir miyim diye sorup duruyordum ve Tarkovsky’nin ‘Ayna’ filmini izlediğim zaman bu iş olur dedim ve yola çıktım.

Sinema ile içli dışlı oldukça bir yanımın şiir yazmaktan uzaklaştığını ya da uzaklaşması gerektiğini hissediyordum. Birbirinden tamamiyle ayrı iki biçim ve öz ilişkisini sahipler. Bir iki kısa film yaptıktan sonra İran’daki kurgucu arkadaşım, (Üç Yol’un da kurgucusudur) iyi şiir yazan biri, iyi film yapamaz dedi bana. Haklıydı. Zira ihtiyaç duymaz başka bir şeye.. Şiir o kadar güçlü bir şey ki onu hakiki anlamda var etmeyi başardıysanız diğer tüm arzular, meşgaleler onun gölgesinde kalır. Ve biri çıkıp işte ben şiirimin aynısını film yaptım derse inanmayınız. Ya o şiir, şiir değildir ya da film, film değildir. İkisinden biri eksiktir. Sanat eseri olarak kabul ettiğimiz romanlar için de böyledir bu. Çok iyi romanlardan çok iyi filmler çıkmaz, çok kötü filmler çıkar. Ama kötü romanlardan iyi filmler çıkabilir. Çünkü bir şey daha da mükemmelleşebilir ama sanat eseri dokundukça bozduğunuz şeydir. Siz onu başka bir forma dönüştüremezsiniz. Jean Coctou diyor ki şiir başka dile tercüme edilemez, hatta kendi kelimelerine bile tercüme edilemez. Şu şiiri başka kelimelerle anlat diyen hocalar var liselerde. Anlatamazsın, bozarsın onu. Bütün matematiği bütün düzenini bozarsın. Şair yönetmenleri izledikçe şiirden aldığım hazzı yavaş yavaş bazı filmlerden almaya başladım. Bu yönetmenler, belki şiir yazmamışlardır hayatlarında ama şairdirler. Şair olmanın yolu sadece şiir yazmak değildir. İyi bir şiir okuru olmak, hatta hayatı doğru okumak zaten insanı şair kılar. Eğer ince bir insan kalıbınız varsa özel bazı şeyleri görme, hissetme yetilerine sahipseniz insan olarak şair mayanız vardır. Onu görüyorsunuz bir şekilde. O yüzden Kiyarüstemi şairdir, Kieslowski şairdir, Tarkovsky, Bergman şairdirler. Şiir yazdıkları için değil. İyi şiir okudukları için ve hatta belki de filmleriyle şiir yazdıkları için. Dediğim gibi zaman içinde kendimi şiirden beri tutmaya çalıştım, hoş o yine yakalayacağı yerde affetmez ya. Çıktı birkaç tane şiir o yıllarda. Sinema konusunda teknik ve teorik donanımlarımı arttırmaya çalışırken arkadaşımın da söylediğini tecrübe ettim. Şiirin o güçlü ve kudretli etkisinden kurtulmak gerekiyor. Sinema öncelikle bir hikaye sanatı. Şiir yazan şairden kurtulmak gerekiyor. Şiir okuru olan şairden isteseniz de uzaklaşamıyorsunuz zaten. Yani şiir yazan şair, sinema gibi sonradan çıkma icatlara tevessül etmiyor. Ettiği vakit, çok eften püften iş çıkıyor. Sinemanın teknik imkânları var, büyük tecrübeleri var ama henüz bir yüzyıllık geçmişi bile yok. Sonra adam çıkmış bir şiirin kaç bin yıllık seyrini perdeye yansıtmaya çalışıyor. O yüzden abuk sabuk resimler ortaya çıkıyor sonra. Sonra adam bir de buna şiirsel sinema diyor. Neyse sonunda şiir yazan şairden uzaklaşıp biraz daha resimlerle düşünen şaire yaklaşmaya çalıştım. O yüzden şimdi biraz daha görsel olan imajlar üzerinden hissetmeye anlamlar yaratmaya çalışıyorum. Ama eskisi gibi de kelimelerle şiir yazamıyorum. Kelimelerin kudreti azalmadı ama bizim kelimeleri kullanma kudretimiz, bizim kelimeleri anlama ve oradaki enerjiyi görüp başka bir forma dönüştürme kudretimiz azaldı. Zayıf insanlar haline geldik. Kalitesizleştik. Her açıdan. Bu yüzden de iyi şiir yazamıyoruz, ama belki iyi film yapabiliriz.

O halde sinemaya yaklaşmak için şiirden mi uzaklaşacaksınız, yoksa şiire yaklaşmak için sinemaya mı gönül koyacaksınız?

Hangisi daha evvel olur bilmiyorum. Ama şiirden kopmayacağım bir gerçek. Belki bunun ne ölçüde olacağı konusu tartışılabilir. Kopamam ben ama bağımı ince tutuyorum. Muhtemelen de kopamayacağım. Ara ara tekrar yazma isteği geliyor ama tembellikten dolayı, bir türlü doğrulup, yazmaya cesaret edemiyorum. Ha belki ilerde yazabilirim, belki o zaman da sinemayı bırakabilirim. Yani ben şu an kendimi çok işte o anlamda az evvel de söylediğim gibi bir yönetmen ya da bir sinemacı koltuğunda görmüyorum. Gittikçe daha fazla sorgular oldum. Yaş tabi ilerledikçe yarar meselesi üzerine de kafa yormaya başlıyorsunuz. Evet, şiirde, hakiki sanattai filmde hiçbir yarar mantığıyla mesaj mantığı gütmeden kendinize ait bir problemi, bir kaosu aslında yansıtıyorsunuz. Ve insanlar kendilerine göre oradan mutlaka bir yarar çıkarıyorlar. Ama bu, doğrudan bir yarar değil dolaylı bir yarar. Dolaylı bir kazanımdır.

Bu şiirin toplumsal görevi yoktur gibi bir şey!

Yoktur doğru, ama şiir en büyük toplumsal görev ortaya koyan dayanaklardan daha güçlü bir dayanağı ortaya koyar aslında. Bu yarar meselesini sorgularken kendimi belgesellerin kucağında buldum. Belgesel yaparken de bir sanatçının yaklaşımı gibi yaptığımdan zevk alıyorum. Faydalı olduğumu da düşünüyorum.

Şiir diyoruz hocam. Kelimelerle yazılan şiir… Şu an Türk şiiri ciddi bir kabz yaşıyor yani. Durumun vehameti ortada. Siz artık şu zamanda kelimelerle şiir anlatamayan bir ülkede, şiirsel sinema yapayım diyorsunuz. Hangisi daha problemli?

Yani her insan aslında bir şeyler yapıp gidiyor. Kimisi tribünlere oynayarak bir şeyler yapıp gidiyor. Almak istediğini alıyor. Herkes ne almak istiyorsa aslında onu alıyor. Allah onu veriyor. Kimisi de diyelim ki köşesinde birkaç mısra birkaç şiir yazarak gidiyor. Hiç ünlü olmuyor. Hiç kimse ondan haberdar olmuyor, ama bir şekilde iyi bir şeylerse kalıcı oluyor. Yıllar sonra da alıp okuyabiliyoruz. Benim yapmaya çalıştığım evet belki biraz elit ya da marjinal kalabilir, ama bu alanla ilgili neredeyse bulabileceğim her şeyi okudum. Şiir sineması, rüya sineması mevzuları ile ilgili… Ama bunun bir tek örneğine rastlamadım Türk sinemasında. Bu işin ütopyası doğru tabirle edebiyatı vardı aslında. Şiir, hakikat, medeniyet, sinema bunlar teorik olarak güzel şeyler ama pratikte sadece çay sohbetlerinde edebiyat yapmaya yarıyor. Hoş boş boş konuşacağımıza bari böyle bir mevzu üzerinde kafa patlatalım. Yeter ki olmazsa olmaz şart diye dayatmayalım.

Kasım 2015

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir