FİLM İÇİN Mİ FESTİVAL? FESTİVAL İÇİN Mİ FİLM?

Şubat 2010/Eyüp

İnsanoğlu yaptığı bütün eylemlerini belirli nedenler ya da tatmin edici duygular doğrultusunda yapar. Dolayısıyla hayatın ve insanın varoluşunun amaçsızlık karşısındaki direnci ve uyuşmazlığı doğrudan bütün doğanın, hayvanların, tabiatıyla da insanın amellerine yansır. Haliyle kimse herhangi bir şeyi amaçsızca yaptığını iddia edemez. Amaçsızca yapılan bir eylem bile amaçsızlığı hedef edinmesi ile kendi içinde başka bir amacı gözetmiş olur. Sanat yaratımı eylemi, Tanrı’nın evreni ve insanı yoktan var etmesinden itibaren insanoğlu’nun tanrılığa özenmesi ile başlayan bir edimdir. İnsan tanrı kadar görebilmek, tanrı kadar işitebilmek, son kertede tanrı kadar var etmek ve var olmak arzusundadır. Sanat dışındaki tanrılığa özenme doğrultusundaki bütün yapıntılar en başta benzerlik, eksiklik, yoksunluk ve kusurları ile hiç bir zaman gözetilen amaca tam olarak ulaşılamadığını, ulaşılamayacağını kanıtlamıştır. Peki sanat bunu başarabilir mi? Hiç yorulmadan bunun da imkansız olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü insan eseri olan her şey, -sanat eseri dahil- tanrısal bir var etmenin yanında zayıf ve nisbiyetsiz kalır. Bunu başarısız ve beyhude bir çaba kılan meselenin esası, bu eylemin ciddi ve özel bir amacının olması; bu, tanrısallığa özenti. Peki sanatın diğer yaratım ya da düşünce uçkunluklarından farkı ne? Tanrısal olmayan bütün var etmelerin dışında bir tek sanat, belirlenmiş, çerçevesi belli olan bir amaca hizmet etmez. Daha doğru bir deyimle bir amaca binaen hareket etmeyen ama var olduklarında da bir çok amacın ulaşamayacağı bir noktada mesken bulan yapıntılar, çoğunlukla sanat dairesine girebilir. Sanatın var oluşu acıdan, anlamsızlıktan, çaresizlikten, imkansızlıktan, kaybedilmişlikten, arayıştan neşet eder. Ancak bunların cevaplarını amaç edinen hiçbir sanatsal yaratım doğru anlamda bu amacı gerçekleştirmiş sayılmazken buradan kaynak alan ve bir tek insan varlığından hareketle birçok insan tekine özel biçimlerle ortak olmayan ama benzer (bazen de farklı) özdeşlikler (acı, sevinç, kaygı, endişe, bunalım, ızdırap vs.) kazandıran eserler sanat dairesinde değerlendirilebilir. Valery’nin deyimiyle ‘Şiir hiç bir zaman belirli bir hedef ve amaç gözetilerek yazılmaz, ama bir şekilde ortaya çıkan şiir bir çok hedef ve amacın yukarısında iş görür’. Sözü toparlayacak olursak yalnız sanat eseri tanrısallığa özenme dairesinde kabul edilebilir bir anlama sahiptir. Zira o daha baştan böyle bir amaç gözetmekten hareket etmeyerek, Tanrı’nın lütfunun dairesinde olmaya hak kazanmış olur. Bütün eserlerden farklı olarak da insanın diğer var ettiklerinin yanında zamana en fazla direnen belki de onu kendi içinde biçimlerinin kıvrımında hapseden yegane yapıya sahiptir.

Bütün sanatlar insan varlığını merkeze alan ama zamana (bazen de tarihe ve mekana) bağımlı bir nesnenin imkanı ile biçim bulur, ortaya çıkar, var olur. Müzik aleti ile insan içindeki tarif edilemeyen sesler notalanır; boya ile insan duygusundaki karanlıklar, aydınlıklar renklenip ortaya bir söz çıkar; taş ve toprağın imkanı ile mimaride, insanda açıkta kalan ritüeller, ilkellikler mesken bulur, fotoğraf-kamera ile bir nesnenin en benzerinden hareketle başkalarınınkine benzer olmayan bir eser ortaya konmaya çalışılır. Bu örneklemeler bir tek şiir için geçerli değildir. İnsanoğlu şiiri var ederken herhangi bir nesne ya da malzeme kullanmaz. Dolayısıyla şiirin var oluşu herhangi bir nesnenin, teknik malzemenin imkanı ya da imkansızlığı ile yaygınlık kazanmaz ya da sınırlanmaz. Şiir insanın kendine yapışık olan bir unsur ile var olur, konuştuğu ya da sustuğu dil ile. Dilin imkanları şiirin gücüne ve etkisine tesir edebilir. Farsça daha güzel şiir yazılabilir ama bu Almanca ile Farsça’dan daha güzel şiir yazılamaz anlamına gelmez. Şiir doğrudan insanın kendi kalitesini yansıtır. Dil burada sadece bir araçtır. Ancak bu araçlığı yukarıda belirttiğimiz diğer sanatların etkisi ve imkanları altında oldukları araçlarınkine benzemez. İnsanoğlunun öz be öz kendi varlığı onun şiiri var etmesine yeter de artar. Bu yüzden de sanatların en eskisi ve ölümsüzü şiirdir desek yeridir. Şiir insanın herhangi bir izleğini (sevgisini, aşkını, ideolojisini, inancını vs.) aktardığı, ispatladığı, yaydığı bir unsur değildir. Bunları gözeterek, amaç edinerek var olan eserler bu amaca hizmet etmek yerine kendi varlıklarına da zamanın yıpratıcı senfonisinin atmosferinde zarar verirler.

Gelelim film mevzuuna. Fotoğraftan zemin alan hareketli resim-görsel (motion picture) Andre Bazin’in deyimi ile ilk defa ‘insan varlığının’ bizzat kendisinin, kenarda bırakıldığı bir sanatı vücuda getirir. Bunu kaydeden kamera aletinin parçasına ‘objektif’ denilmesi bu anlamda manidardır. İnsanın etkisini azaltmaya meyilli bu sanat, (tabi eğer buna bu anlamda sanat diyebileceksek?) Bazin’in deyimiyle nesnenin aynısını kopya etmeye, aynı anda var etmeye çalışması ile gerçeklik mevzuunu ilk defa bu denli güçlü şekilde sanatın merkezine alır. Bu yüzden O, sinemanın varoluşunun neşvü nema bulduğu bu noktadan ayrılmaması gerektiğini bu izleği sonuna kadar takip etmesi gerektiğini savunarak, Ayzenaştayn’nın ‘manipülasyon’ ve ‘diyalektik materyalizm’ merkezli montaj anlayışına karşı çıkar ve ‘sekans plan’ odaklı neredeyse montajsız, makyajsız bir sinema tasavvuruna, 7.sanatın olmazsa olmazlarından biri olarak iman eder. Sinema sanatında gerçeklik üzerine, Kraucher Fotoğraf merkezli ve bulunmuş yalın öykü (found simple story) teorisine sahipken; Expressyonist görüşleriyle tanınan Aranheim gerçeklikten, objektiflikten kurtulmadıkça ‘sinema’nın bir sanat olamayacağını deklare ederek sinemayı anı, gezi, kartpostal fotoğrafçılığının hizmetinden çıkarmak gerektiğini söyler. Christian Metz, Peter Wollen sinemanın gerçekçiliğini bir kenara bırakıp doğrudan dilbilimsel bir çalışma içerisine girerek film teorisine bambaşka açıklamalar getirirler. Sinema teorisi çerçevesindeki bu karşılıklı felsefeler, teoriler bizi doğrudan Aristo’nun sanatı bir yansıtma (başka bir deyimle, kopyalama, gerçeğin benzerini üretme) anlayışına, karşıtlarını da Kant’ın var olanı insan tekinin aleminde deforme ederek ‘yeniden yaratma’ vurgusuna götürür. Bugün sinemada meydan gelen klasik ya da modern akımlara da baktığımızda bütün kavganın bu iki kutup etrafında döndüğünü görürüz.

Film sanatının var olduğu araçlara, tekniklere diğer sanatlardan daha fazla bağımlı olması hatta bazen insana bile bağımlı olmaması gibi vurgular estetik felsefe içerisinde onu halen kendine yeten, bir başına ‘sanat’ tanımlamamıza bazen gölge düşürmektedir. Bu problem sizce sadece eserin var olmasından önceki teknik süreç için mi geçerli? Hayır. Bu muamma eser ortaya çıktıktan sonra malesef daha fazla büyümektedir. Tarkovski’nin deyimiyle ‘sonuçta filminizin kalitesinin kaç kişinin dvd’ sini aldığı, ne kadar gişe yaptığı ile belirlendiği bir zamanda yaşıyoruz’.
Elbette ki bütün bu tartışmaların içerisinden sıyrılmış, yaptığı iş her ne kadar teknik imkanlar ve yoksunluklara bağımlı olsa da ve ortaya çıkardığı eser salonlarda, televizyonlarda görülmezden gelerek tecrit edilse bile; her sanat eserinin ruhunda var olan zamana direnme ve benzer insanların kalbinde yer etme özelliklerini canları ve kanları ile yaratımlarına aşılamış sayıları az da olsa bazı yönetmenlerin var olması ‘film sanatı’nın sanat olarak kabulünde bize güven vermektedir. Zaten televizyon, gişe, dvd piyasası için yapılan eserler sinema endüstrisi olarak değerlendirebilirken, diğer sanatlar gibi amacı tam olarak aşikar olmayan ama insanın farklı bir ihtayacını gideren yaratımları ‘film’ olarak tanımlayabiliriz. Peki bunun değerlendirim alanı neresi olacak? Sayıları az da olsa bağımsız sinema salonları, sinematekler, Sinema okulları, evin kuytu bir köşesinde şiir kitapları, müzik cdleri, resim katalogları arasından yüzümüzü aydınlatan beyaz perdeler… Ve tabi ki… Film Festivalleri…

Film festivalleri var oldukları günden beri eksi ya da artı yönleri ile sanatsal diyebileceğimiz filmlerin tanıtım, onure edilme ve desteklenme merkezlerinin başında gelmiştir. Eserlerini seyirci, gişe ve para için yapmayan tam anlamıyla ‘sanat’ için bu alanda ter döken yönetmenlerin emeklerinin karşılığını almaya çalıştıkları bir alan olarak festivaller aynı zamanda kaliteli sinema seyircisinin de yaratımında başat görevi üstlenirler. Dahası bir çizginin noktasını atarak kendi dünyasında bir derdi ve kavgası olan genç yönetmenlerin yetişmesinde bir okul görevi olurlar. Bir çok insan hiç göremiyeceği filmleri, yönetmenleri, hareketli görsellerdeki devrimleri festivaller sayesinde tanıma fırsatı bulmuş, onların izinde kendi sesini, biçimini bulma yolunda onlardan yeri geldiğinde ayrılma şansına sahip olabilmiştir. Ancak gel gör ki kapitalizm sanat eserlerinin insanlara ulaşmasındaki her türlü yolu farklı bir kazanç kılma aracı hedefini güttüğü için, Festivallerin bu hedef ve ayrıcalıklarını da kirletmede fazla gecikmedi.

Şimdilerde, Festivaller eşi benzeri olmayan eserleri gösterme ayrıcalıklarını kullanarak bazı şirketler, firmalar için prestij reklam panoları olarak işlev görmeyi, anılmayı daha çok önemser hale geldiler. İdeolojik tutumları ile film sanatını kategorize ederek yeri geldiğinde hiç bir sanat eserinin doğrudan amacı olmaması gereken şiddet, cinsellik, ırkçılık, kültürel tabular, dini fanatizm, savaş karşıtlığı, sosyal değerler vb. unsurları konu edinen filmleri farklı çıkar ve hedefler için ödüllendirerek , ya da cezalandırarak kapitalizmin hesap defterindeki sinema endüstrisine değişik bir anlamda katkıda bulunmaktalar. Bir takım insanlar da festivallere eşi benzeri olmayan bir sanat duygulanımı atmosferine girmek yerine, farklı bir sınıfsal statü kazanmak, reklam, haber, dedikodu, magazin yapmak için gider olmuşlardır. Kapitalizm, Gazetecilik, televizyonculuk kasalarına hizmet etmesine rağmen Festivaller halen hakiki filmlerin görülebileceği sayılı imkanlardan olma özelliğini korumaktadır. Ülkelerin Kültür politikaları çerçevesinde her türlü hegemonyadan uzak ve bağımsız olarak filmlerin desteklenmesi ve halka tanıtılması hedeflenerek tabi ki yeni imkanlar, alanlar yaratılabilir…

Türkiye’de daha düne kadar sayılı film festivali varken ve bunların çoğu da çok ciddi devlet ya da sosyal bir ideolojinin etkisi altında icrai faaliyet yapıyorken bir kaç yıl içinde sayıları azımsanmayacak, bağımsız film festivallerin ortaya çıkmış olması umut verici. Daha olumlusu yönetmenler artık sadece devlet ya da özel kanalları hatta gişeyi düşünerek bir sanat eseri mi yoksa iyi para getirecek bir endüstriyel mal mı üretelim çelişkisinden yavaş yavaş kurtulmak üzereler. Dijital film imkanlarının, bağımsız film festivallerinin, film okullarının, dünya film pazarının da değişimiyle film yapmak artık sadece belirli sınıfların, imkanların, zenginliklerin, teknolojilerin hükmünden kurtulup Fransız ‘yeni dalga’ ve İtalyan ‘neo-realist’ akımlarının da başarısı ile sokağa insanımızın özel dünyasına girebilen bir sanat olmaya başladı. Garip akımının şiiri Halkın zevkine yakınlaştırması gibi bu imkanlar da sinemayı Halkın gündemine ve hayatına taşıdı.

Şüphesiz ortaya çıkan ürünlerin sayısının çokluğu, halkın ciddi ilgisi bir süre sonra ortaya çıkacak olan sanatsal, kıymete değer filmlerin de sayısının etkiliyor. Festival sayısının artması, bağımsız sinema salonlarının, okulların artması ciddi anlamda insanları daha kaliteli, özgün sanat eserlerini izlemeye haliyle yönetmenleri de yeni arayışlar biçimler denemeye sevk ediyor. Son 4 yıla baktığımızda Türkiye’de üretilen filmlerin sayısında çok ciddi bir artış olmuştur. Haliyle artan festival sayısıyla bu filmler içerisindeki sanatsal filmler de gişe yoluyla olmasa da buralardan muhatabları ile buluşma şansı kazandı. İstatiksel olarak baktığımızda 2006 yılında 33, 2007 yılında 34, 2008 yılında 44, 2009 yılında ise 58 film gişede gösterime girdi. 2010 yılında ise bu rakamın hayli artacağı bugünden beklenen bir durum. Bu filmlerin ortalama 20’ye yakını çeşitli ulusal, 5’i de uluslararası festivallerde muhataplarını buldu. 2003 yılında Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes film festivalinden büyük ödül ile dönen ‘Uzak’ filmi Sanatsal filmlerin yapımına yeni bir ruh ve heves kazandırdı. Nitekim ondan sonra gelen, Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem vb. Türk yönetmenlerin yurt içi ve yurt dışı festivallerde aldıkları ödüller yeni sinemacıları sanatsal filmler yapma konusunda teşvik etti.

2006 yılında yapımı biten 33 film içerisinden bir çok festivalden ödülle dönen ya da üzerinde çokça tartışılan filmleri anacak olursak; Özer Kızıltan’dan ‘Takva’, Zeki Demirkubuz’dan ‘Kader’, Nuri Bilge Ceylan’dan ‘İklimler’, Reha Erdem’den ‘5 vakit’, Derviş Zaim’den ‘Cenneti beklerken’, Taylan Biraderler’den ‘Küçük Kıyamet’. Bu filmlerden ‘Küçük Kıyamet’ ve ‘Takva’yı saymazsak diğerleri Türk sinemasının önemli müellif yönetmenlerine ait filmler. 2007 yılındaki önemli sanatsal filmlere baktığımızda sıralamada bu sefer başka yönetmenler de var. Fatih Akın’dan ‘Yaşamın Kıyısında’, Semih Kaplanoğlu’ndan ‘Yumurta’, Seyfi Teoman’dan ‘Tatil Kitabı’, Tayfun Pirselimoğlu’ndan ‘Rıza’, Sırrı Süreya Önder’den ‘Beynelmilel’, Ümit Ünal’dan ‘Ara’, Turgu Yasalar’dan ‘Sis ve Gece’. Bu yılın komik olaylarından bir tanesi İstanbul film festivali’inin en iyi film ödülünü ‘Tatil kitabı’ filmine vermesiydi. Nitekim aynı festival 2009’da benzeri bir hatayı en iyi film ödülünü ‘Köprüdekiler’ adlı filme vermekle tekrarladı. Bu hatada büyük pay ya festival yönetiminde ya da çoğunlukla jüridedir. Zira en iyi film ödülü yapımcıya verilen bir ödül olduğu için, “en iyi film” film içerisindeki bütün unsurların ahenkli bir şekilde mükemmele yakın bir yapıyı ortaya koyması ile belirlenirken bizde bu ödül tek başına ya görüntüsü, ya senaryosu, ya da yönetmenliği en iyi filme verilmekte. Halbuki diğer filmlerle mukayese edildiğinde, bunlardan biri eksik olsa dahi, daha iyi diğer unsurların çok iyi bir başarıyı ortaya koyduğu filme de ‘en iyi film’ ödülü verilebilir. 2008 yılında yapılan 44 filmden sadece bir kaçı bir çok önemli film festivalinde gösterime girdi. Bunlar: ‘3 Maymun’ (Nuri Bilge Ceylan), ‘Nokta’ (Derviş Zaim), ‘Hayat Var’ (Reha Erdem), ‘Süt’ (Semih Kaplanoğlu), ‘Ulak’ (Çağan Irmak), ‘Pandora’nın Kutusu’ (Yeşim Ustaoğlu). 2009 yılında yine yapımı gerçekleştirilen film sayısında ciddi bir artış söz konusu iken (58 film) sanatsal filmlerin sayısı beklenenden daha az oldu. ‘Kozmoz’ (Reha Erdem), ‘Kıskanmak’ (Zeki Demirkubuz), 11’e 10 kala (Pelin Esmer), ‘2 Dil Bir Bavul’ (Orhan Eskiköy, Özgür Doğan), Uzak İhtimal (Mahmut Fazıl Coşkun), Bornova Bornova (İnan Temelkuran) filmleri festivallere damgalarını vuran filmlerin başında geliyorlar. İstanbul film festivalinden en iyi film ödülü alan ‘Köprüdekiler’ filmi ise kendi biçiminde karar kılamamış yapılan artistik yorumların aksine ‘belgesel-kurmaca arasında bir yapı’ değil ikisinden de çok uzak başarısız bir film olmasına rağmen İstanbul Film festivalinin hangi akla hizmetle en iyi film ödülü verdiği de meşkuk olan bir film. Görülen o ki ödül film sanatına değil ideolik duruşa verilmiş.

Magazinsel ve haber peşinde koşan gazeteci yorumlarını bir kenara bırakacak olursak bizim ülkemizde malesef bir çok sanatın ehemmiyetinin başka şartlara, şablonlara, kimliklere harcandığı, başka etiketler üzerinden pazarlandığı malum. Hal böyle iken en masum gözüken film festivalleri bile daha en baştan yönetimdeki ideolojik ve çıkar kavgalarından tutun da sinemadan anlamayan gazetecilerden seçilen ön eleme jürilerine, adı gazetelerde, televizyonlarda yer aldığında festivale yeterli sayıda reklam ve sponsor kazandıracak ana jüri üyelerine kadar festivaller bünyesinde hakkaniyeti sağlanamamış bir çok yapı var. Sonuçta seçilmeye hak kazanamayan onca güzel sanatsal film gişeye de çıkamayarak heder olurken, yıllardır aynı biçim ve konuyu işleyerek klasikleşen filmler belirli bir amaç ve çıkar için tekrar ısıtılıp Festivalde güzel filmler izlemek umuduyla gelen sinemaseverlere sunulmakta ve böylece hem ümitleri hem şevkleri kırılmakta. Bu ülkede malesef hakkıyla çalışan, sanatçının değerini bilen, kendi insanını önemseyerek tembellik etmeden, çıkar gözetmeden sevgi ve fedakarlıkla çalışan çok az kurum var. Sanat eserlerinin doğru ve hakkıyla tanıtımı ise çok ciddi fedakarlık ve başta samimiyet gerektirir. Festivallerin gerçek anlamı ile ‘Film Sanatı’ na hizmet etmesini, onu tanıtmasını, desteklemesini bekliyorsak öncelikle onları paranın ve çıkarın boyunduruğundan, her türlü ideolojik, mezhebi rengin baskınlığından kurtarılmalı. Festival bünyesinde çalışan ekibin çoğunun en azından belirli seviyede sinemaya özel ilgi, sevgi beslemesi öncelenmeli ki yönetmene, esere, seyirciye karşı ciddi, saygılı ve samimi bir tutum ve özverili bir çalışma sergilenebilsin. Seçici kurullar bildik isimler yerine işinin ehli insanlar tarafından seçilip, ön eleme şeffaf ve belirli kıstaslar doğrultusunda yapılmalı. Verilen ödüllerin başta gerek yönetmene gerekse yapımcıya bir faydası gözetilerek en uygu jüri tarafından gerekli, yetkin, ikna edici bir açıklama ile sahiplerine sunulması tercih edilmeli.

Film yapmak zor bir zanaat ve sanatsal yetenek ve özveri ister. Filmin değerlendirildiği, eleştirildiği, ödüllendirildiği zemin ne kadar sağlam, zorlu, ciddi ve samimi olursa yapılacak filmler de o kadar ciddi ve kaliteli olacaktır.

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir