FİLM SANATINDA KUTSAL’IN YERİ

31.5.2017 / Üsküdar

Uzun yıllardır bulunduğumuz coğrafyada üzerinde çokça konuşulan ama maalesef azca düşünülen bir konu, sinema-din ilişkisi… Konuşulması tabi ki önemli olan bu konu ilk bakışta görüleceği gibi iki sebepten dolayı kısırlaşıyor; tartışmayı yapan kişi ya alim olup da sinemanın felsefesine ve teknik-estetik yapısına vakıf değil ya da tersine bunlara vakıf olan kişinin din bilgisi cami cemaatinin duyarlılık ve anlayış düzeyini aşamadığı için yeterli bir noktaya varılamıyor.

Coğrafyamızda sanat ile olan ilişkimiz ilk olarak sesin estetik hali olan musiki ile başladı. Yani dünyaya gelişimizde kulağımıza okunan ezan-ı Muhammedî’nin melodi ve ritminden tutun da İsrafil’in kıyamet günü sura üfleyişine kadar zamanın etkisini ve biçimini ritimler vasıtasıyla üzerimizde tecrübe etmekteyiz. Bu ritimler kelimelerin sırtına bindiğinde ya da kelimeler şair tarafından belirlenen bir ritme dizildiğinde ise sanatların şahı olan şiire ulaştık. Yani tümüyle soyut olan bir sanata şiir yoluyla somut bir görünüm vermeye kalkmış ve bunda da başarılı olmuş nadir milletlerden biriyiz. Kelimenin görselliğini daha bir inceltmek ve yaymak için hat sanatını, notaların ve seslerin anlamlı bir bütün ve görsellik içinde değer kazanması için de mimariyi geliştirmişiz. Klasik dönemde bunlar, dini ritüeller ve nümayişlerle kol kola gittikleri için birbirlerini desteklemiş ve birbirlerinden istifade etmişler.

Modern döneme gelindiğinde insanoğlu özellikle de batılı adam, eldeki sanatlarla yetinmedi ve yeni formlar ve atılımlarla yeni bir sanat dalı olan film sanatını keşfetti. İlk çıktığında (Lumier Kardeşler, Trenin Gara Gelişi-1895) sadece görsel bir değere sahipken 1927’de sesin eklenmesi ile yeni bir boyut kazandı. Sinema elbette ki bu iki soğuk temel yapıdan müteşekkil değildi. Şüphesiz bilimsel gelişmelerle elde edilen teknik başarının yanında sinemaya imkan ve derinlik katan çok önemli başka bir husus daha vardı : anlatı. Daha doğru bir deyimle hikaye, teknik bir terimle de söyleyecek olursak senaryo… Klasik, modern hikayeler-masallar-romanlar, tiyatronun (mimari, oyuncu, oyun) da imkanlarını kullanan yeni bir sanatçı türü ortaya çıktı: yönetmen. Bu yönetmenin nevi şahsına münhasır bakışı, ruhu ve yenilikçiliği ile birlikte bugün aramızda varlığı inkar edilemez olan yedinci sanat, yani film sanatı ortaya çıktı.

Film sanatının diğer sanatlara oranla en fazla üzerinde sermayenin, paranın söz sahibi olduğu sanatlardan biri olarak ortaya çıkması beraberinde hızlı bir endüstrileşmeyi getirdi. Yani sinema endüstrisi konser endüstrisinden ya da müzecilikten, edebiyattan çok daha hızlı gelişerek, yapılanarak film sanatını tahakkümü altına aldı. Halen de bu endüstrileşmeye rağmen filmi sanat olarak yapmayı tercih eden azınlık bir güruh olsa da ibre modern dönemde her zaman kapital ve popülerden yana olduğu için bunların varlığı sürekli devede kulak olarak kaldığı için söz sahibi olan daha çok endüstri değerindeki sinema olmakta maalesef.

Bu minvalde bugün hakiki şiirin değeri ne ise hakiki filmin de değeri aslında aynı kefededir. Yani aslında ikisinin de kar elde edebilirlik bakımından bir meta değerleri olmadığı gibi sanat eseri olarak filmin ayrıca getirdiği başka maliyetler ve borçlar vardır her zaman. Bu şartlarda tabi ki film yapmak yerine şiir, resim, musiki tercih edilebiliyorsa şahane. Ancak gelin görün ki yeni nesil görselliğin, şovun taliplisi. Azınlık olsa da hala sanatın biricikliğine ve farklılığına duyargalarını köreltmemiş bir kesim sinema perdesinde şiir, resim, musiki değerindeki bir sanat filmini tercih edebiliyor. O halde hem film sanatından hem de sinema endüstrisinin şartlarından kaçar yolumuz olmadığı gerçekliğini kabul ederek yolumuza devam edebiliriz. Yani elimizde kutsala karşı, sinema terazisinde artık bir değil, iki mîyar var. Kutsal ile ilişki kurmaya çalıştığımızda da tek başına sinema endüstrisini değil, film sanatını da her zaman hesaba katmamız gerekmekte. Ben biraz daha şeffaflaşsın diye sanat değerindeki filmi şiir, belli bir amaca, fikre, ideolojiye, mesaja hizmet için yapılan sinemasal ürünü de düzyazı olarak kabül ediyorum. Bu ayrımla birlikte belki hedefimizin ne olduğunu daha rahat tespit edebilir, ona uygun olan doğru yolu tercih edebiliriz.

Gelelim kutsal meselesine. TDK sözlüğüne baktığımızda ‘kutsal’ın kelime olarak karşılığı şöyle tarif edilmekte:

*Güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsi, mukaddes
*Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen, kutsi, mukaddes, lahut
“Aşkın kutsal tarafına inanmamı sarhoşluk belirtisi diye yorumladım.” – H. E. Adıvar
*Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen
“Demokraside, insanın en doğal, en kutsal hakları bir pazarlık konusu olur.” – N. Cumalı
*felsefe’de Tanrı’ya adanmış olan, tanrısal olan

Elbette ki her düşünür bunların dışında kutsala farklı anlamlar da yükleyebilir. Hatta halkın kutsallıktan anlayışı bu sözlükteki anlamlardan daha aşırı ya da daha aşağıda olabilir. Toplamda söylenmesi gereken şeyi en başta söyleyeyim. Neyin kutsal olduğu neyin kutsal olmadığı sorusu, aslında felsefenin en önemli sorularından biri olarak karşımızda duruyor. Bu sebeple de bu yolda herkesi tatmin etmek hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bir yoruma göre Tanrı dışında hiçbir şey kutsal değildir. Her şey yok olup ona dönecektir. Ondan geldik ona döneceğiz. Dolayısıyla peygamber dahi olsa cismani olarak, Kâbe-i Şerif dahi olsa fiziksel olarak kutsal değildir. Zarfın içinde barındırdığı ruh, anlam, kavram kutsaldır. Zarf-beden yani form ölümlüdür. Toprak olacaktır. Diğer bir yoruma göre ise kutsal olanın temas ettiği, bulaştığı her şey de kutsaldır. Yani dini varlıkların, önderlerin zarfları-bedenleri de kutsaldır. Kâbenin taşı, Uhud’un ve Kerbala’nın toprağı ya da ruhanilerin yattığı toprak ve mezar da kutsaldır. Bu durumu daha genelleştirirsek her şeyi halk eden, ruh veren Tanrı olduğuna göre bütün evren ve mevcudat kutsaldır, çünkü gece gündüz her şey isteyerek veya istemeyerek Allah’a boyun eğmekte ve onu zikretmektedir. Hele insanoğluna ruhundan da üflediği için eşref-i mahlukat olarak kutsallık makamında ayrıca bir konuma sahiptir. Yani bütün insanlar da, Tanrı’dan geldikleri için içlerindeki şeytani dürtü ve muhalefete rağmen saf halleri ile kutsaldırlar. Tıpkı bir bebeğin dünyaya gelirken fıtrat olarak temiz şekilde dünyaya gelişi gibi varlık da zamanın ve beşerin kirli eli değmediği müddetçe fıtri olarak kutsaldır.

Bu anlayışların birincisi ile hareket ettiğimizde, yani formu hiçe sayıp anlam ve ruhu hesaba kattığımızda bunun film sanatına yansıması zaten başından beri olağan ve takdir toplayan bir durum. Yani aslında insanoğlunun anlam arayışının olduğu her filmde (sanat değerindeki) kutsalın izine, yorumuna rastlamak mümkün. Burada yönetmenin inanmış/inanmamış, kafir/müslüman olması millet ve renk dışında özel bir anlam ifade etmez. Buradaki tek şart yönetmenin bir sanatçı donanımında ve zarifliğinde hatta acizliğinde olmasıdır. Film sanatında, şiirdeki, musikideki, resimdeki gibi illa kutsalı görmek, izlemek için peygamberlerin, kutsal ruhanilerin bedenlerinin temsili olarak ya da söz ve mesajlarının direkt olarak filmde yer almasına gerek yok. Onların öğretilerinin, anlayışlarının, özetle ruhlarının yansıması zaten o filmde kutsala yer verildiği anlamına gelir. Buradan hareketle aslında sanat değerindeki herhangi bir filmi (şiir) ele aldığınızda mutlak olarak teslim edeceğimiz ilk gerçek aslında kutsalın, metafizik formuyla bir anlam arayışı üzerinden derinlerde ve bazen de bizzat yüzeyde yer aldığıdır. Bunun ispatı için bir ruhaniyi görmeye ya da onun sözlerinin aktarılmasına hiç gerek yoktur. Aynı şekilde bir endüstri tasarımı ve ürünü olan büyük sinema yapıtlarında (düzyazı) ise bizzat kutsalların kendilerini ve öğretilerini aksiyon, ajitasyon, abartma ve mucizevi durumlar içinde görmemize rağmen aslında kutsalın kendi amacı dışında başka şeylere ve hesaplara hizmet ettiği ve aslını kaybettiğini söylemek mümkün…

İkinci anlayışa gelecek olursak, yani formu, şekli de kutsallaştıran anlayışın filme/sinemaya aktarılmasında durum farklılık arz etmektedir. Eğer form da kutsal ise; anlam ve ruhu yansıtmaya ek olarak bu kutsalın bizzat kendisinin de görselleştirilme imkanı var olduğu için ortaya büyük bir tartışma çıkmakta. Acaba buna izin var mı yok mu? Gerçi bu tartışma sinema/film meselesi olmadan önce de resimde yapıldı. Sünnî ulema bildiğim kadarıyla bu meseleye Şii ulema kadar sıcak bakmadı. Hristiyanlık ise bizzat bu formu ikon haline getirerek mimari ve resim sanatında bu durumu Hristiyanlığı yaymak için kullandı. Bunda karlı mı çıktılar karsız mı çıktılar o bahsi diğer. Müslüman dünyada alimler bir çok meselede olduğu gibi bu konuda da halen kutsal namına ortak bir karar alamadıkları için tartışma büyümekte ve içinden çıkılamaz bir hal almaktadır. Yani zarfı-bedeni, taşı-toprağı taşıdığı ruh ve anlamdan dolayı kutsal gören anlayış daha ileri gidince benzer şekilde ağacı, suyu, toprağı kutsal kabul etmeyebilmektedir. Bu durumu sadece kutsal olan peygamber için sınırlandıranlar olduğu gibi onun sahabesine ya da kullandığı malzeme ve elbiseye, ya da yaşadığı mekan ve ibadet merkezi kâbeye kadar genişleten anlayışlar da vardır. Haliyle şartlı ve ön kabullü bu değerlendirmeler, mezhepten mezhebe, ekolden ekole de farklılık gösterince çatışma ve kavga unsuru haline gelen bu tartışma büyümekte ve bu konuda çalışma yapmaya niyeti olanların önünü tıkamaktadır.

Meseleyi daha da griftleştiren diğer boyut ise hatırlayacak olursak terazinin karşı kefesinde bir değil iki denklemin olması. Yani kutsalın film sanatı (şiir) içindeki yeri ile sinema endüstrisi (düzyazı) içindeki yeri birbirinden farklı boyutlar kazanmakta. Yani iyi niyetle kutsalı yaymayı dert edinen bir kurum ya da sermaye tabi ki film sanatını (şiir) değil, daha fazla insana ulaşmak, daha popüler olmak için sinema endüstrisini (düzyazıyı) tercih etmektedir. Bu durum bizi çok temel bir problem ile karşı karşıya getirmektedir. Bu tarz çalışmaların finalinde genellikle şu sonuçla karşılaşmaktayız: Bu eser kutsal için ama kutsala rağmen bir süreç ve çalışma tarzı ile ancak meydana çıkabiliyor. Zira işin içine başka hesaplar girmiş ya da girmek zorunda kalmıştır. Eser parasını çıkaramazsa, reklamı iyi yapılamazsa, çekici ve albenili kılınamazsa, insanların çoğunluğunun nefsine doğru bükülemezse bir daha yapılamayacaktır. Özetle kapital anlamında masrafını çıkarması için, daha çok izlenmesi ve satması gerekmektedir. Bunun için dinleri mezhepleri ne olursa olsun şu adamlar oynamalı, illa şu adam yönetmeli, şu aksiyon sahneleri ve ihanet çatışmaları eklenmeli, şu ülkeden özel efekt uzmanları getirilmeli vs… Ve sonunda bu iş bittiğinde her akıllı adam şu soruyu kendine sormak zorunda kalır. Peki kutsal neydi? Bu yaptığımız ne kadar ona uygun bir ahlakı içeriyor? Yani aslında bu soru, peygamber ya da sahabe canlandırılır mı, onlar canlandırılacaksa bu oyuncu mu canlandırmalıydı, burada şu mezhebin anlayışı daha ağır mı basıyor, gibi sorulardan daha fazla önem arz etmektedir.
Film sanatı (şiir) örneklerine gelecek olursak, nasıl ki şiirde, musikide, resimde bir ideolojinin, bir kavganın söylemi yavan kalıyorsa bir kutsalın da tek başına kendini görünür ve yaygın olmak adına esere dayatması onun sanat olma özelliğini tehlikeye atmakta ve haliyle eseri varlık amacından koparıp endüstriyel değerdeki ucuz bir sinema metasına dönüştürecektir. Bunu daha iyi anlamak için İsmet Özel’in Şiir Okuma Kılavuzu’ndaki şu sözüne dikkat kesilebiliriz.

‘Şiirler, bir dünya görüşünün kaynak metinleri değildir. Hangi metnin bir dünya görüşünün kaynağı olduğunu söylerseniz, o metnin artık şiir olmadığını söylemiş olursunuz. Biz bir şiiri herhangi bir dünya görüşü sahibi olmak, ya da bir dünya görüşü içinde haklı delillerle kendimizi beslemek için okumayız. Bu yüzden de şiirin iyi ya da kötü oluşu o şiirde yer alan yargıların doğru veya yanlış kabul edilmesiyle ilgili değildir… Hiçbir şiir bize bir dünya görüşünün ana metinleri kadar açık ve doyurucu malzeme sunamaz. Çünkü hiçbir şiir düşünceyi dile getirmede düzyazının sağlamlığını kazanamaz’
Meseleye bu açıdan baktığımızda sanatçının aslında kendisi için kutsal olanı bir dava ve ideoloji adına sinema perdesinde öncelemesi, görünür ya da yaygın kılma gibi bir çaba içine düşmesi problemli bir durum arz etmekte. Eğer böyle bir durum gerçekleşmiş ve kutsalın tebliğine hizmet ettiğini rahatlıkla söyleyebiliyorsak hakikaten bu eserin bundan sonra sanatsal anlamda bir film (şiir) değil, belki de özenle kotarılmış bir sinema endüstrisinin ürünüdür (düzyazı).

Yaşadığı dönemde peygamber efendimize şair, kitabı Mübin’in ayetlerine de şiir denilmesi çok manidardır. Bu durum bizzat Furkan olan kitap tarafından defalarca reddedilmektedir. Zira kitabımız furkandır ama hiçbir şiir furkan özelliğini kendinde barındıramaz. Böyle bir niyetle ortaya çıkan şiir, düzyazıya özenerek kendi varoluş mantığına ve mevcudiyetine zıt düşer. Bence konumuzun püf noktası burada yatmakta. Yani aslında film sanatı (şiir) içerisinde bir ideolojinin ya da kutsalın, kavgasını ve yaygınlığını görmek ve onunla avunmak istemek beyhude bir arzudur. Endüstriyel bir değer olarak sinemada (düzyazıda) bunu yapmanın yolları aranabilir. Ancak bunun da kendine ait kurallarının ve yapısının olduğunu en baştan kabul etmek ve ona ayrı bir kutsallık atfetmemek gerekir.

Bir kaç yıl önce bir yönetmen ve sonrasında bazı alimler, ‘peygamber bu zamanda gelmiş olsaydı tebliğini sinema ile yapardı’ diye bir çıkış sergilemişlerdi. Acaba bu söylem ile şirk döneminde en yaygın ve kabul edilen sanat, şiir olduğu için ‘Ey peygamber sen şiir ile bunu yapsaydın daha iyi olurdu’ demesi arasında bir benzerlik kurulabilir mi? Eğer bu yönetmenin sinemadan kastı film sanatı (şiir) ise müşriklerin vahyi şiir telakki etmek istemesi gibi sakıncalı bir durum ortaya çıkar. Çünkü sanat eseri bize bir yaşam kılavuzu olarak doğruyu göstermez, bize ancak kim olduğumuzu ve doğru ile mesafemizi idrak edebilme bilincini kazandırır. Vahyin şiir olduğu kimilerince kabul edilseydi (ki böyle bir şey ne mümkün) doğruluk ve hakikat zemini yıkılırdı. Oysa ki evrensel bir anlam ve değeri olan vahiy kelam formunda (ne şiir, ne düzyazı) nazil olmuş ve Mushaf’ta korunmuştur. Onun asıl vücut bulduğu yer ise insanın özellikle de müminin kalbidir. O kelam müminin tefekkürü ve ameli ile hayat bulup yol alır. Bu form kıyamete kadar da baki kalacaktır. Ancak yönetmen ve alimlerimiz eğer bu söylem ile endüstriyel bir ürün olan sinemayı (düzyazı) kast ediyorlarsa, bunu bir daha düşünmeleri gerekecektir. Zira Efendimiz kıyamete kadar baki kalacak olan kitap ve sünneti ile davasını kemale erdirmiştir. Bunun dışında daha sağlıklı bir yöntem olsaydı her şeyi bilen Allah ona göre bir form ve yapıda vahyi evrensel kılardı. Bu söylemim muhafazakar şekilde algılanıp sinemada/filmde kutsala karşı olduğum anlamına gelmesin, bizzat kutsalın film sanatında ve diğer sanat dallarındaki yerinin kaçınılmazlığına zaten radikal şekilde atıflarda bulundum. Kutsal kendini bir sanat eserinde illa var kılacaksa bunu çok zarif neredeyse görünmez, varla yok arasında gibi bir ilişki ile göstermeli. Her sanat eseri sonuçta (kutsalın ikinci yorumuna göre, kutsal kabul edebileceğimiz) sanatçı muhayyilesinden yani sıradan insanların hesap ve kaygılarının ötesindeki bir anlam ve değerden neşet ettiği için ister istemez kutsal ile temas eder. Hatta ancak temas edebildiğinde bu eser ve sanatçısı huzura ve sükuna kavuşarak başka insanların da kalbine bir yol tutabilir.

Kutsal gerek bir anlam ve ruh olsun gerekse de bu anlamın vücut bulduğu dini şahıslar olsun bir sanat eserinde sanatçının öznel dünyasından hareketle evrensel bir değer kazanacaksa, bu eylem herhangi bir müdahale veya sipariş olmadan gerçekleşmelidir. Siparişin ve dayatmanın olduğu her mantıkta, film sanatı (şiir) yerine sinema endüstrisinin kuralları (intellekt-düzyazı) geçerli olur. Oyunu o kurallara göre oynamadığınızda da başarı elde edilmez. Diyelim ki o kurallarla oynanacak kıvama ve seviyeye gelindi, o zaman da kabul edelim veya etmeyelim her kutsal kişi ya da nesne başlarda itiraz edilecekse dahi zamanla bir şekilde bütün kutsallıklarına rağmen sinema perdesinde temsili olarak yerini alacaktır. Bundan kaçış yok. Bu kutsallar zamanın anlayışının para kazandırdığı hikayelerin yapısında (aksiyon, çatışma, ihanet, sentimentalizm vb.) özel efektler içinde doğmak zorunda kalacaklar. Kısacası kutsal ile araç olan sinema şekillenmek istenirken aslında kutsalın kendisi sinema endüstrisinin kuralları ve tekniği içinde şekil alarak modern bir anlama ve yoruma bürünebilir. Bunun sonucu olarak, kapitalizmin bir ürünü olarak tezgahlarda yer aldığını göreceğimiz vakit tekrar o soru ile karşı karşıya kalmaktan çekinmemeliyiz. Peki kutsal olan neydi?
Eğer yolumuz çıkmaza çıkıyorsa, mutlaka kutsalı sinema perdesinde görmek gibi bir emir varsa benim önceliğim, meseleye en baştan film sanatı (şiir) çerçevesinden yaklaşıp, şiirimizdeki tecrübe ile onu kirletmeden ama ondan ilham alarak hareket etmektir. Yani dolaylı bir yol tercih ederek elbette ki kutsala işaret edilebilir. Zaten sanat eserlerinin büyük çoğunluğu da dolaylı anlatımı tercih eder ve farklılıklarını bu yolla gösterirler. Belki ilk zamanlar taliplileri az olur ama zaman içinde kıymetleri anlaşıldıkça ölümsüzleşirler. Sinema endüstrisinde de mutlaka örnekler görmek gibi bir emir, politika olacaksa da yine film sanatındakine benzer mantıkla hareket ederek kutsalın bizzat kendisi yerine dolaylı olarak ona işaret eden bir durumu belki de yanındaki kutsal olmayan varlık üzerinde bir anlatımın tercih edilmesi en azından edebe daha uygundur.

Son söz olarak film sanatı ve sinema üzerine kendi sanatsal birikimimiz de göz önünde bulundurularak, felsefi anlamda daha ciddi araştırmaların ve okumaların yapılması gerektiğini düşünüyor, bu minvalde düşünür, sanatçı, ulema ve eleştirmenlerimizin birlikte yapacakları uzun soluklu çalışmalar sonucu coğrafyamıza, kültürümüze ve dilimize daha uygun bize ait bir sinemanın vücut bulmasını ümit ediyorum.

Not: Bu yazı Karabatak Dergisinin Temmuz 2017 sayısında yayınlanmıştır.

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir