KIŞTIR HER SÜRGÜN

16.05.2002

“Böyle başladı yazgım. Bir gecenin tükenişinde anladım içimdeki aydınlık da bir daha layık kılınmayacak bana. Kulağımda babamın hala suskun sesi. Benim sırtımı dönüşümde annemin gözlerinde gördüğüm umut ve hasret pırıltılarının beraber izlenebilecekleri yegane resimdi anımsayabildiğim.
Eğitim gördüğüm Fransız Lisesinde hiç içime sindiremiyordum eğitim dayatmalarını ve kendilerini medeniyet koruyucusu olarak addetmelerini. Dinlenilecek olunurlarsa sanki biz Beyrutluları onlar iç savaştan,kargaşadan ve kandan kurtarmışlar. Oysaki kendilerinin sömürge ruhunda onların bütün bunların da müsebbibi oldukları belliydi. O gün öğretmen sınıfa girerken her nedense içimde ayağa kalkmak istenci kırılmıştı. Sınıftan atıldıktan sonra kesin kararımı vermiştim. Ben de Filistinliler gibi göç edecektim uzak diyarlara. Kanın,vahşetin en önemlisi ihanetin olmayacağı bir yer kalmış olmalıydı koskoca dünyada. Tabi bu kararımı verişimde bu ufak hadisenin yeri belki de diğer sebepler içerisinde en zayıf olanıydı. İnsanımın hakaret görmesi,ezilmesi,hak etmediği tanımlar ve ithamlarla anılması ve en önemlisi yavaş yavaş ben idrakini kaybedişe doğru seyreden utanç ilmekleri bende onarılamayacak yaralar açmaktaydı. Yapabileceğim bir şeyin olmaması ise beni asıl yıkan iç yenilgilerdendi. Kaç zamandır arkadaşım Abdurrahman ile bu konuları konuşuyor en uygun yer olarak Türkiye diye sözümüzü sonlandırıyorduk.

O gece babamla aramızda çok hararetli bir tartışma geçmişti…

-Baba ben artık dayanamıyorum İsrail’in, Fransızların yaptıklarına. Her gün askerler ve panzerler istedikleri Filistin otobüslerini kurşun yağmuruna tutuyor,istedikleri Batı Beyrutluyu çocuk,yaşlı demeden Doğu’ya götürüp bin türlü işkenceden sonra kaybettiriyorlar. Her gün bir ananın gözü yaşlı,bir yetimin yüzü solgun kapanıyor gecenin ayazına. Daha ne kadar sürecek bu vahşeti zalimlerin. Ve biz de yok oluyoruz işte elimiz kolumuz bağlı yerimizde oturarak. Çocuklar da artık onlar gibi giyiniyor onlar gibi düşünüyor onlar gibi zevk alır oldular. Bu işgal edilmişlik bizi, ruhumuzu boğuyor baba. İnadı bırakıp gidelim artık buralardan. Sen gelmezsen bana izin ver artık. Bu kaybedilmişliğin bir faydası varsa bu da onların çıkarları için hala bizleri kullanabiliyor olmaları ve bizim adımıza Ortadoğu’da söz sahipliği yapabiliyor olmalarıdır.
Sözüme devam ediyorken babam pencereye dönük,okuduğu kitaptan sesini yükselterek şunları okudu:

-“Doğduğunuz yerlerde,nesnelerin bizler daha seçim yapma zahmetini tanımadan gönlümüzü fethettiği yerlerde,dış dünyanın yalnızca kişiliğimizin bir uzantısı gibi göründüğü yerlerde hissettiğimiz rahatlık gibisi yoktur.” George Eliot( The mill on the Floss)

-Peki ama ya doğduğunuz yerlerde artık “benim olan bir şey var” diyemeyecek durumda bırakılıyorsanız artık onların olanlar hakkındaki kişiliğimiz ne kadar bizim olabilir baba?

-Sürgün nedir bilir misin Rinas ? diyerek bana doğru döndü babam.

-Bildiğim bir şey varsa kendi topraklarımda sürgünü yaşıyor olmam ve özlem duyabileceğim bir toprağımın kalmadığıdır. Peki sen kendini Viyana’da sürgün olarak gördüğünde benim asıl sürgünümün senin gönlünde olduğunu anımsayabiliyor musun? Ve böyle bilip ben ne arayışlarla kendimi ve dostlarımı toplamak için senden güç aldığımdan haberin oldu mu hiç? Orda bana ve arkadaşlarıma yazdığın hasret şiirleri ve öyküleridir bugün Beyrut’u bu kadar gönlümüzde çoğaltan. Bu gün onun tekrar azalmasını ve sesini bizim vatanımızdaki asıl sürgün olması gereken yabancıların dillerinde kaybetmesini istemiyorum artık.

-Oğlum! benim ne için Viyana’dan döndüğümü hatırlarsın umarım. Orada rahatım iyi olmadığı için değil,diğer ülkelerde dostlarımın uğradığı esmer tenli,arap,yobaz hakaretlerine de maruz kaldığım için de değildi geri dönüşümün sebebi. Senin,annenin,toprağıma üflenen bu ruhun hasretiyle yandığım için döndüm. Kendi olmaklığımdaki yegane gerçek burada. Bu benim seçimim değildi. Ama anlaman lazım bizler bu topraklardan yaratıldık. Gideceğimiz başka bir yer yok bizden başka. Gideceğimiz her yer öteki. Asıl kaybedilmişlik asıl sürgün olmak bu!…

-Yapma baba. Prag’ a giden Rilke, Fransa’ya giden Hemingway, Fitzgerald , Salzburg’a giden Mozart, Güney Afrika’ya giden Rimbaud acaba öteki mi oldular? Ya da Edward Said daha çok Filistinli olmadı mı yazdığı yazılarla,Newyork’ta üniversitesinde verdiği panellerle varolduğu yerde daha çok yaşatmadı mı Filistin’i? Filistin bir daha onda kendini yaşanılır kılmadı mı sanıyorsun bütün işgal edilmişliğine rağmen?

-Edward Said diyor ki: Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkar hatta kışkırtıcı bir şeydir de sürgünü yaşamak korkunçtur. Sürgün bir insan ile doğup büyüdüğü yer arasında,benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında zorla açılmış olan onulmaz bir gediktir. Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir. Tarihin ve edebiyatın,sürgünü insanın hayatında kahramanca,romantik,şanlı ve hatta muzafferane sayfalar açan bir durum olarak betimleyen hikayeler barındırdıkları doğrudur. Ama bunlar hikayeden,yabancılaşmanın kötürümleştirici hüznünü alt etme çabasından ibarettir. Sürgünde elde edilen kazanımlar sonsuza dek arkada bırakılmış bir şeyin kaybedilmesiyle sürekli olarak baltalanır.
Bununla sürekli böyle olur demek istemiyorum. Ama bizler kendimizi tanıyanlar olarak ne kadar kendimiz olabileceğimizi tahmin edebiliriz. Ayrıca sana şunu da söyleyeyim doğrusu ben de Viyana’ya gitmeden önce tam da senin gibi düşünüyordum. Bana en iyi uyacak yer de orası diyordum. Babamın bütün ısrarlarına rağmen dinlemedim onu. Gittim. Döndüğüm de ise babamın haklı olmasıyla yüzümün utancımdan kızaracağı bir durumum da olmadı. Çünkü o benden haber almak için gittiği postahaneden çıkarken belirsiz bir patlamaya kurban gitmişti. Ve bu hala içimi yakıp kavuran bir yangın olup her şeye rağmen onun anısına bana direnme gücü veriyor. Sana da direnme gücü verecekse canımı bile feda ederim. Ama sen gitmeyene kadar anlamayacaksın gitmenin aslında kendi toprağına dönmek olacağını.

-Ama hatırlasan Urdu şair Faiz Ahmet Faiz burada Ziya’ül Hak rejimi tarafından sürgünken ne kadar da mutluydu Beyrut’un edebiyat ve entelektüel ortamında. Kendini ifade edişindeki onur,şiirlerindeki yoğun duygusal ritm sence burası ile kendisine ait gördüğüyle seslenmedi mi hem bize hem de kendi uzak Urdu halkına.

-Hiç sanmıyorum. Onu Pakistanlı dostu İkbal Ahmet Beyrut’a geldiğinde görecektin. Said’in dediğine göre hiçbir Filistinli ile olamadığı kadar kendi dilinde ve kendi özlemindeymiş. Ve unutma ki sana hediye getirdiğim Joseph Conrad’ın “Amy Foster” hikayesinde Yanko’yu terk eden o kadar süre bütün dışlanmalara rağmen evli kalan Amy Foster olmuştur. Sana ait olabilecek eşinden daha önemli bir şey olacak mı sence gideceğin her hangi bir ülkede. İsterse bunlar senin gibi düşünsün veya -mümkün değil de- hadi senin gibi inansınlar; söylediklerinden,duygularından düşüncelerinden kaç tanesi oranın ikliminde kendini koruyabilecek. Hangi yağmur,hangi güneş senin budaki iklimine alışmış fidanlarına gülümseyebilecek. Unutma bazı güzel çiçekler nazlıdır ve sadece kendilerine ait toprakta büyürler. Bunu da onlar seçerler,bilinçli veya bilinçsiz.

-Bunu belki de bir heves olarak algılıyorsun. Gider ve tekrar döner veya utancından geri dönmez diye tedirgin de oluyorsun belki. Baba ama inan ki artı burama kadar geldi. Ne okuduklarım ne yazdıklarım ne ülkemin çocukları için düşündüklerim bir umut olsun vermiyor bana. Bu çocukları,simitçilerin her sabah ezan sesinden sonra geçtikleri kaldırımları, sabahları bu ıslak sokaklara tekrar kendi çocukluğumdaki gibi dedemin ellerinden tutarak Beyrut’un kalbine inmek için gitmek. Gölgesinde serinlendiğim dut ağaçlarını,çocuklarla yaptığımız yarışmalar anısına hiç olmazsa gittiğim yerlerde bir şeyler yapmak istiyorum. Ve bu; oraya değil de buraya daha çok yerleşebilme amacından hiçbir zaman sapmayacaktır.

-Oradan dönebilirsen bile oğlum baban Selim gibi olmazsa bile ne sen eski Rinas gibi Beyrutlu olacaksın ne de Beyrut eskisi gibi sana tarihten kalan ümidini verir. Beyrut yamalı gözleri ile sana gülümseyemeyebilir. Sen melez kişiliğinle hep bir çatışmanın eşiğinde başkalarının öfkeleri ile devam ettireceksin hayatını. Çocukluğunun beslendiği iklim ile gençliğinin beslendiği mevsimler seni bir savaş alanına dönüştürecek. Her ne kadar göstermemeye çalışıyorsam da burası beni de istençlerime rağmen sarsmaktadır.

-Burada kalınca sanki farklı bir şey oluyormuş gibi konuşuyorsun baba. Yine onların zevkleri ve kinleri üzerine kurulu hayatımızla nasıl kendimiz kalabiliriz çocuklarımıza?

-Anlamadığım bir şey var. Sen de o kadar okudun, Mevlana, Yunus Emre, Hafız, Firdevsi, Sadi,Muhammet İkbal, Nizar Kabbani,Mahmut Derviş ve diğer sevdiğin şairler ve ilim adamları hep insanoğlunu “bedeni kendisine kafes olan bir ruh” olarak tanımlıyor ve onu hep onu yırtarak özüne (yaratılışa) dönmeye çalışan bir kuş olarak tasvir ediyorlarken bizler neden bu yakınlıktan,dostluktan,benzerlikten,özdeşlikten kaçmak ve yabancılaşmaktan kendimize bakmak istiyoruz. İnsanın bu bedeni yüklemesiyle çok cahil olduğunu söylüyorken kitap bizler hala kendimize yeni bedenler aramaktayız ta ki kafese sıkıştırıldığımızı anlayana dek.
Oysa ki gerçek bu kimse kaybetmeden anlamayacak kaybettiği şeyin değerini. Acısı tükenişin son kül de ellerimize düşünce yayılır sıcak bedenimize. İşte o zaman anlarız. Bir yer varsa o bu dünyanın, bu yaşamın ötesinde. Ondan gayrı en çok biz olan en çok kendisinden yaratıldığımız zaman ve mekandır…

Böyle bitmiş gibiydi tartışmamız. Doğrusu beni müthiş etkilemişti babam. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Çok ısrar edersem hayır demeyeceğini de biliyordum. Ama sağlıklı bir seçim yapmalıydım. Ya o Fransız lisesinde okuluma devam edip onlardan biri gibi olacaktım zamanla ya da kendimin kıyısız denizini bulup Beyrut’a ve savaşın masum çocuklarına kıyı yapmalıydım. Kolay olmayacaktı tabi,bu minarelerin ezan sesini unutmak. Geceleri uzun süren çay sohbetleri,akrabaların dayanışması,bayramların ve tarihi günlerin kutlanmasının havası hep gönlümüzün bir yerinde bizi buraya eskiye bağlayacaktı. Ve kim bilir belki de döndüğümüzde bunlardan eser bile kalmayacağı da doğruydu. Annemin matemli yüzünü bir daha görememek bile içime tarifi imkansız ve karanlık bir girdap örüyordu zaten. Ama insan bu, kendi sürgününü kendi ötekinde soldurmak gerek bir ömür daha geçmeden yaşanılan kendi yalnızlıklarımızdan.
Sabah bir veya iki saat uyumuşum. İlginçtir ne annem ne de babam uyumuştu. Çantamı hazırladığımın farkına varmış olmalılar ki onlar da birkaç eklenti de bulunmuşlar. Çok uzun süren hüzünlü bir atmosferde tek kelime bile edilmemişti. Benim de artık cesaretim yoktu zaten bir şey söylemeye. Gözlerim yaşlarla dolu son defa anne ve babama dönerek hızlıca çıktım evden.
Hasan ve Abdurrahman’ı aradım. Sözleştiğimiz yerde buluşup bizi sınıra götürecek arabanın gelmesini bekledik. Pasaportlarımızı ve diğer evraklarımızı tekrar gözden geçiriyoruz. Türkiye’deki arkadaşımızın aranıp aranmadığını da teyit ettikten sonra bizi götürecek kamyon geldi. Sebze ve meyve kasalarının arkasında bir yere saklandık. Sınırı sıkı kontrollerden geçtikten sonra yerimizi değiştirdik. Daha rahat yol alıyorken günlüğümü açtım. Daha önce görmediğim sarı bir gazete sayfası vardı günlüğümün ortasında. Çıkarıp baktım. Filistin şairi Mahmut Derviş,in bir şiiri. Babam koymuş olacaktı. Hüzünle alıp arkadaşlarıma da okuyorum;

“Ama ben sürgünüm
Gözlerinizle damgalayın beni.
Neredeyseniz oraya götürün-
Her neredeyseniz oraya.
Yüzümün rengini verin bana
Ve vücudun sıcaklığını,
Kalbin ve gözün ışığını,
Ekmeğin ve tuzun ritmini.
Toprağın tadını…Anavatanımı.
Gözlerinizle siper olun bana.
Hüzün malikanesinden bir kalıntı diye alın beni.
Trajedimden bir dize diye alın;
Bir oyuncak diye alın,evden bir tuğla diye.
Alın ki çocuklarımız geri dönmeyi hatırlasın.”

Böyle başladı acılardan ve hasretlerden arıtılamayan sürgünüm… kıştı her sürgün gibi. Çocuklar sokaklar da yoktu. Ellerim üşüyor,ayaklarımı bu yabancı kentin ilk durağına attığımdan beri hasreti bir yağmur gibi vurmaktadır Beyrut’un gözleri beni. Babamın dediği gibi her acıya dayanılırdı belki ama kıştır kafesteki kuşlar bahar gelmeden ölmüştür işte. Söz söyleyebileceğin kimse yok işte. Bütün yeryüzü yabancı İsa’ya. Her köyden sonra sanki çarmıha geriyorlar beni. Babamın gözleri karlar altında bana gülümsüyor. Alıyorum ve elimde sadece soğukluğu kalıyor zamanın. Anlıyorum ki bir kenti terk etmek ona kavuşmak kadar yakınmış. Hastalandım bir acı su veren olmadı. Üzülmedim. Direncim yalnızlığa değildi zaten belki bir ömür yaratılış özünü özleyen insan gibi ben de Beyrut’a kavuşmak için kafes olarak kuşanmalıydım bu sürgünü. Ne kadar artık dar gelse de bu yanan hasret ateşine bu beden ne kadar “Ben Beyrut”
“Ama ey esir kuş
Uzak bağlarda ötüyorsun
Kıştır
İnan bahar ölmüştür”

Kıştır ve sizi özlüyorum sevgili anne babacığım. Diğer anne ve babalara söyleyin çocuklarını kışta unutmasınlar bahar gelmeden her tükenmişliğine rağmen gecelerin aydınlıklarının gündüzde olsun karanlık bu yaşanılanlar. Ve buradan baksın çocuklar zamanın aydınlığına. Kış gelmeden karları kaldırmasınlar çocuklar. Kıştır baharını kaderin ellerinde unutanların yazgısıdır her göç….”

Böyle bitiyordu günlüğü. Mardin’de karakolda bir hafta tutulduktan sonra Beyrut’a gönderilen genç Rinas’ın günlüğü. Ben -eski şairlerden sayılan doktor- yıllardır eski kitap,defter ve gazeteleri toplayarak yeni kağıt imalatı için Meteksan firmasına satarak geçimimi sağlıyordum. Gerçi bunu ağaçlar kesilmesin diye yaptığımı söyleyenler de yok değildi hani.
O sabah Mardin’den gelen atıklar arasında üzerinde Arapça yazılar gördüğüm bu günlük her nedense garip görünüşüyle dikkatimi çekti. Yer yer şiirler ve biraz zor okuduğum yazılar vardı. Belli ki acele ile yazılmıştılar. Mardinli olduğum için de az çok Arapça’yı sökebiliyordum. Yine da daha iyi bilen bir arkadaşıma gösterince bir edebiyat hazinesi bulmuş gibi sevindik. Doğu,batı edebiyatı demeden kendi yazdıkları dahi bir iç kanama ve tarihe belgeydi aslında. Bütün çabalarımıza rağmen günlükteki adres ve şahıslara ulaşamadık. Belki de genç Beyrut’a gönderildikten sonra tutuklanmış ve sonra kaybedilmiş veya öldürülmüştü. Ailesinden de kimseye ulaşamadık. Yine de kim yaşıyorsa şuan bilmiyorsak da günlüğü babasının adresine gönderdim.
Tercümesini ise evvela kendi yoğun ısrarlarıma rağmen Almanya’ya gitmekte ısrar edip ve şu anda Heidelberg’de üniversite kütüphanesinde çalışan şair oğluma gönderdim. Geleceğine umudum olsun diye olmasa da budur yazgımız bizim. Kışın çocuklarıyız biz hala baharda kuşların ötmesini bekleyen kış ruhunu duyumsarız iklimlerimizde her göç mevsiminde. Yazları yok artık geride kalmayan kuşların…

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir