a) Dönemin Sosyal ve Edebiyat Ortamı
1950’lerde toplumsal yapıda kimi değişimlerin belirginleştiği görülür. II. Dünya Savaşı, tek parti yönetiminin baskısı, toplumsal gelişimindeki dengesizlik sınıfsal çatışmayı körüklemiş, çok partili döneme geçiş iktidar değişimiyle sonuçlanmıştır. Oysa görünürde halkın oyuyla değişen iktidar, aslında savaş sırasında güçlenen ticaret kesimindeki kentsoylular sınıfıyla büyük toprak sahiplerini temsil edenlerin eline geçmiştir. Nitekim 1950’den başlayarak ekonomik alanda devletin geriye çekildiği, özel girişime destek olduğu görülür. Ayrıca dış krediye dayalı bir kalkınma biçimi gerçekleştirilmek istenir. Bu, bir yandan kısa sürede, özellikle tarımsal üretimin ve ulusal gelirin artmasına yol açarken, bir yandan da anamalcı (kapitalist) ilişkilerin gelişmesine, dış borçların birikmesine neden olur. Dış bağlaşmaların ve sağlıksız toplumsal gelişimin, iktidarı, siyasal, düşünsel, kültürel alanlarda özgürlüklerin kısılmasına, baskıya götürmesi ise doğaldır. Demokrasi yanlısı güçlerin, aydınların desteğiyle iktidar olan Demokrat Parti de, daha iktidarının ilk yıllarında yalnız toplumculara değil, bütün ilerici güçlere karşı bir tutum takınır. Köy Enstitülerini kapatır. Ardından, Kore Savaşı’nın yarattığı ortamdan yararlanarak toplumcuları ezer. CHP’de kurtulamaz bu sindirme eyleminden. Gidiş, “dikensiz gül bahçesi”nedir.
Dönemin şiir ortamını ise Mehmet Doğan şöyle betimler:
“1954-55 yılları sanat dergileri araştırıcı bir gözle tarandığında şiirin belirli bir şekilde zayıfladığı görülecektir. Orhan Veli’nin daha 1949’da genç şairlerin ilgisini çektiği tehlike elle tutulur bir gerçeğe dönüşmüş; şiir deyince yalnız küçük olayların, yalnız alelade bir dille anlatılması akla gelir olmuş, basitlik, aleladelik şiirin ölçüsü olmuştur. Dergi sayfalarını Garip akımının sıradan kopyaları doldurmuştur. Coşkusuz, cansız, renksiz, bütün gücü üç beş dize içine sıkıştırdığı bir espride olan fıkramsı şiirler. Korkunç şekilde birbirlerine benzerler hepsi de. Şair kişilikleri nerdeyse silinmiştir ortalıktan. İmzalar olmasa hangi şiir kimindir tanınamaz. Bazen hiç şiirsiz çıktığı görülür bir derginin.”
İşte Muzaffer Erdost’un “İkinci Yeni” akımı adını taktığı şiir akımı bu ortamda, Garip’e tepki olarak belirir. İlk ürünler Yeditepe dergisinde (1954-1955), Pazar Postası’nda (1956) yayımlanır. Cemal Süreya, İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Tevfik Akdağ, Ülkü Tamer akımın belli başlı adlarıdır. Oktay Rıfat da Perçemli Sokak’ı (1956) çıkararak yeni arayışlara katılır. Aynı yıllarda, özellikle Pazar Postası’nda yeni şiir anlayışını savunan yazılar görülür. Ozanlar dışında, Muzaffer Erdost akımın kuramcısı görünümündedir.
Kısaca özetlemek gerekirse, İkinci Yeni, Garip’in tam tersi bir noktadan yola çıkar. Söyleyişteki rahatlığın yerine şiir dilini zorlamayı, anlaşılırlık yerine anlamca kapalılığı, somuta karşılık soyutlamayı getirir. Halk şiirine sırt çevrilir. Öte yandan dize anlayışına, sözcüklerle oynamaya yönelinerek eski şiirle zayıf da olsa bağlantı kurulur. İkinci Yeniciler için önce biçim gelir. Cemal Süreya bunu şöyle belirtir: Biz şiir salt biçimdir, demiyoruz, belki en çok biçimdir diyoruz. Bunu belirtebilmek için de soyut bir metotla diğer her şey aynı kaldığı takdirde biçimin beklenebilir değişmelerini arıyoruz. Biçimi önemsiyoruz. Bunu da gerekli buluyoruz.”
İkinci Yeni’nin çıkışında gerçeküstücülüğün etkin olduğu biliniyor. Andre Breton’un gerçeküstücülük tanımını anımsayalım: “Sürrealizm: Sözle, yazıyla, ya da başka bir biçimle düşüncenin gerçek işleyişini ortaya koymak için yararlanılan katkısız bir ruhsal otomatizm. Aklın ve her türlü ahlaksal ve estetik kaygının denetimi dışında, düşüncenin belirlenmesi… Sürrealizm, düşüncenin çıkar gözetmez oyununa, rüyanın sınırsız gücüne ve bugüne değin önemsenmemiş bulunan belli çağrışım biçimlerinin üstün bir gerçekliği olduğuna inanır.”
Usu boşlayan, daha doğrusu usun mantıksal işleyişine sırt çeviren bu anlayış İkinci Yeni’nin belirgin özelliklerindendir. Başlangıçta Garipçilerin çıkışı da gerçeküstücülüğün izlerini taşır; ama İkinci Yeniciler gerçeküstücülüğü daha bilinçli benimserler. Gerçeküstücülerin bilinç dışına yönelişlerini, çağrışımlarla zenginleşen imgeciliklerini, düş, fantezi ve alay öğelerinden yararlanışlarını ustaca değerlendirirler. Harfçiliğin (lettrisme) etkisini taşıyan örnekleri ise biçimsel arayışların ürünü saymak gerekir.
İkinci Yeni bir kaçış şiiri midir? Siyasal ortam düşünüldüğünde, evet. Ama yaşanılan toplumsal durum göz önüne alındığında, bireyin toplumla çatışmasının, yabancılaşmanın; yerleşik değerlerin bireyi bunaltmasının ve dış dünyayla, insanlarla kurulan ilişkilerin yozlaşmasının İkinci Yeni’yi beslediği söylenemez mi? Çağdaş düşünce akımlarıyla (varoluşçuluk gibi) beslenen İkinci Yeni deviniminin siyasal eylemi dışlaması, gerici bir sanat akımı olarak damgalanması için yeterli midir? Kaldı ki, her akımın çıkışında ve gelişim sürecinde rastlanan aşırı örnekler, öykünmecilerin, yenilik için yenilik ardında koşanların yoz ürünleri de o akımı olumsuzlaşmanın nedeni olmaz.
Nitekim 1960’tan sonra İkinci Yeni akımı da, kendi içinde biçimsel aşırılıklardan arınarak, yeni imgelere, dize işçiliğine dayanan ve şiirsel bir yapı kurmayı amaçlayan arayışlarla gelişimini sürdürdü. İkinci Yenicilerin uzak çağrışımlar yaratmaya yönelik, şiire özgü bir dil oluşturma çabaları genelde Türk şiirini de etkiledi. Anlamsızlık değil, yeni anlamlar yakalamaktı artık amaç.
1965’lere gelinirken, Yön dergisinde Nazım Hikmet’in şiirlerinin çıkması, 1936’dan beri basılmaları yasaklanmış kitaplarının birbiri ardına yayımlanmaya başlaması. İkinci Yeni akımının sonu oldu. Akımın belli başlı adları toplumsal özlere açılarak yeni bileşimler ardındaydılar zaten. Yeniden gündeme gelen toplumcu şiir, geçirilen bütün deneyleri özümseyerek, kaldığı yerden değil, gelinen yerden yeni bir gelişim sürecine girdi.
Şimdi de Atilla İlhan’ın dönemin siyasi havasını yansıtması bakımından önemli sayılabilecek düşüncelerini zikredelim.
“Geçmiş gün, demişim ki: “Birinci Yeni (Garip) İnönü Diktası’nın şiiridir, İkinci Yeni ise Menderes Diktası’nın” söylerken, işin şu tarafını düşünmüş müydüm, şüpheliyim: Birinci Yeni (Garip) ‘sıcak’ savaş’ yıllarının şiiriy¬di, İkinci Yeni ‘soğuk’ savaş yıllarının. ‘Soğuk’ Savaş, 1960’lara kadar mı sürdü, aşağı yukarı. Bu Menderes’in iktidar süresidir. Üstelik, özel nedenlerden; Türkiye’de ‘soğuk’ savaş ‘katmerli ‘idi.
Hadi, açıklamaya çalışayım, Menderes’in ‘görülmemiş kalkınması’ şöyle bir hesaba dayanır: İki şeyden şaşılmayacak. ABD’nin dış politikasını tartışmasız izlemek, ülkedeki en ‘pembe’ toplumculuğu bile, ‘Mosko¬va ajanlığı’ diye ezmek! Bu gerçekleştirildi mi, ‘sistem’in -yani Amerika’nın- kalkınmayı des¬teklemek için, tek şartı kalacaktır: ‘özel sektör eliyle’ olması! Menderes (ve DP) hararetli bir özel sektör yandaşı olarak iktidara geldiğine göre, Türkiye’nin çok kısa sürede ‘küçük Ame¬rika’ olmamasına sebep kalmıyor, Hesabın yanıldığı noktayı, şöyle mi belirtmeliyiz: daha Marshall Yardımı tasarı halindey¬ken, ABD, Türkiye’nin’ ‘serbest teşebbüsle’ kalkınabileceğinden emindi; gel gör ki, kalkınma deyiminden” onun anladığı, Güney Amerika ‘cumhuriyetlerinde’ denenmiş, pek ‘yararı’ gö¬rülmüş, şöyle bir uygulama: Bir yandan tarım geliştirilirken: bir yandan ticaret burjuvazi semirtilecek; tarım fazlası ihraç, edilip; elde edilen dövizle ‘gelişmişlerin’ ürettiği sanayi ürün¬leri bol bol satın alınacak! Başka türlü söyler¬sek, çokuluslu kapitalizme ‘ulusal’ bir pazar oluşturulacak! Bu neyi gerektiriyor? Limanla¬rın inşa ve ‘tevsiini’, ‘ulusal pazarın’ kara yol¬larıyla örülmesini, tarım alanlarının çoğaltılıp makinalaştırılmasını, öyle mi? Hadi 1950’li yıl¬ları hatırlayalım: Menderes kırsal kesime on¬ binlerce traktör sokup üretimi artırmak, Tür¬kiye’yi boydan boya kara, yollarıyla örmek pe¬şindeydi. Dramı, ‘görülmemiş kalkınmasının’, ABD’nin hesapları hilafına, sanayileşmeyi de içermesidir. Öyle ya, Türkiye sanayileşmezse nasıl ‘küçük bir Amerika’ olabilecek?
Yanılgı işte bu noktadadır.
Menderes, İnönü Cumhuriyeti’nden kalkın¬maya elverişli bir hayli olanak devralmıştı, Türk Lirası bayağı güçlüdür, döviz ve altın re¬zervleri epeyce yüksek! Bütün iş ithalatı plan-lı bir sanayileşmeye yöneltip, ekonominin ken¬di içinde, büyümesini sağlamakta! Oysa Men-deres ‘elindeki bütün olanakları, ‘sistem’in öne¬rileri uyarınca tüketir; çünkü, ‘görülmemiş kal¬kınmanın’ gerçekleşmesinde, Amerika’nın aksamayacağından emin olduğu yardımına güve-niyor. Yardım aksayamazdı, zira yurtta en hafif toplumculuğu ‘Moskova ajanlığı’ ilan edip ağır siyasal, baskı uyguluyor, dışarıda ise ABD’nin “soğuk’ savaş politikasını gözü kapalı izliyordu: Bandung’da, ‘üçüncü dünyaya kar¬şı, açık açık, emperyalizmi savunmadı mı? Ce-zayir’de,,” üstelik ‘müdafaa-i hukukçu’ eğilimler gösteren kurtuluş hareketine karşı, emperya¬lizmden yana’ çıkmadı mı? Bağdat Paktı ile, Ortadoğu’da ‘sistemin kalesi görevini üstlen¬medi mi?, Eh, Amerika ona yardım etmeyecek de, kime edecek? Müthiş yanılıyordu, ‘Sistem’ onun sanayileşmeye meylini hisseder etmez, La¬tin Amerika’da ,benzer durumlarda işine pek yarayan bir silaha baş vurdu: Türk ekonomisini bloke etti.
Yoo, Allah için söylemeli, uyarmamış değiller¬dir. İlk uyarılar DP iktidarının ilk aylarına tesadüf ediyor. 4 Haziran 1951’de, Dünya Banka¬sı’nın raporu Bayar’a verilmiştir: The Economy of Turkey’ ; an analysis and recommandations for a develepment program (Waşhington D.C. 19511; Deniyor ki: 1 – Tarımı ihmal pahasına sanayileşmeye öncelik tanımak, ciddi bir den¬gesizliğe sebep olmaktadır. 2- Devletçilikte ısrar, hükümetin omuzlarına ağır bir yük bindir¬mekle kalmıyor, özel teşebbüsün cesaretini kı¬rıyor, vb,’ Menderes, henüz umut içindedir, iyi niyetini kanıtlamak amacıyla yönetim kadro¬larına Amerikalı ‘uzmanları’ doldurur (Savun¬ma kesimi hariç, 1945’de, iki yüz dolayında iken, ‘.1952’de beş yüz küsur), bununla da yetinmez, ‘Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’nu çıkartır. Ne var ki 1953’de Ankara’ya ilk defa ge¬len, ABD Temsilciler Meclisi Dış Ekonomik İliş¬kiler Komisyonu Başkanı Clarence Randall, bunları yeterli görmeyecektir. İstedikleri neler mi, şunlar: yabancı sermaye faaliyetine sınır ‘” koymayınız, yabancı sermaye ile yerli serma¬yeyi eşit tutunuz, yabancı sermayenin kar transferlerini serbest bırakınız, vb…
Randall’ı Barker izleyecektir, onu Thourn¬burg; Amerika, uzman üzerine uzman gönde-riyor; rapor üzerine rapor hazırlatarak, Türki¬ye’nin dikkatini çekmeye çalışıyor. O ara (Hey Allah’ım, yalnız o ara mı?) yaşanılan dramı, 1975’de Meclis’teki, bir konuşmasında, Süley¬man Demirel şöyle özetlemişti:
«…üçüncü beş yıllık plana geliyoruz: tarımın rolü, birinci beş yıllık plandaki yüzde 34’den, üçüncü’ beş yıllık plan sonunda yüzde 24’e ini¬yor; endüstrinin rolü, 17’den 22’ye çıkıyor, hiz¬metler 47’den 53’e çıkıyor. Evet, hizmetler sek¬törünün dağılması lazım. Tamam, işte burada Türkiye’nin sanayileşme gerçeği çıkıyor, Ama, hem bir taraftan diyeceksiniz ki, efendim bize çoban olun diyorlar, bize çiftçi olun, bakkal olun, manav olun diyorlar… Yok, öyle şey! On¬’lar bize çok evvel de dediler. Bu kürsülerde Bar¬ker Raporu tartışması yaptık, on yıl evvel. 1949’¬larda dediler, 1951’lerde dediler onu. Thornburg tartışması yaptık. Bize dediler ki, ‘siz büyük sanayi kurmayın, küçük küçük işletmeler ku¬run, tavukçuluk yapın, hayvancılık yapın, be¬sicilik yapın, yani çiftçilik ve çobanlık yapın. Türkiye’nin kaderini, o günkü idare orada gör¬medi. o raporu fırlatıp attı, Demokrat Parti idaresi fırlattı attı o raporu, sonra da sanayileşme¬ye girişti. Altyapıya ve sanayileşmeye girişti.
Gel gör ki ülke ‘darboğaza’ girmiş, ‘darlıklar ve yokluklar’ başlamış, sokaklarda ‘kuyruklar’ uzamıştı. O kadar ki, Eylül 1953’de ‘liberal’ DP iktidarı izlediği ‘serbest ticaret’ politikasını ter¬k edip, açıkça, ‘müdahaleciliğe’ yönelir; belki bu sebepten, belki ‘sistem’in inatla alınmasını is¬tediği ‘istikrar tedbirlerine’ boyun eğmediğin¬den; -yardım temini için arka arkaya Amerika’ya giden Maliye Bakanı Hasan Polatkan, Cum¬hurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes zırnık, alamazlar. Daha çok heyetler gidecek, çok yüzsuyu dökülecek, Amerika’nın tavrı değişmeyecektir. Oysa içerde muhalefet hem yo-ğunlaşmıştır, hem de sertleşmiş; Menderes’in önce Meclis sonra Şahıs Tahakkümüne kaymasını önlemek artık mümkün mü? Türkiye’de ‘soğuk’ ‘savaşın ‘katmerlenmesi’ işte bu koşul¬lar altında gerçekleşmiş oluyor.
Çılgınlık değil de ne? Gerçekçilik Savaşı, tam o sırada başlatılmıştır. Neden mi, liberallerin siyasal iktidar olarak bürokratları’ tasfiyesi, bu sonuncuların sanata yansıması demek olan Ga¬rip’çilere ‘karşı, bir hesaplaşma hareketini sür¬dürmeye elverişli koşulları yaratmıştır da, ondan! Yaratmıştır ama, ‘soğuk’ savaş daha işin başında, bu karşı çıkışın toplumcu bir zemin¬de, diyalektik bir yöntemle başarıya ulaşması¬nı kösteklemektedir. Mavi’nin, sosyal gerçekçi¬lik hareketinin uğradığı inanılmaz suçlamalar, bunun kanıtları sayılamaz mı? Demek ki hesaplaşma hareketi İnönü Cumhuriyeti’nin es¬tetik temsilcilerini sarsmış, fakat ‘soğuk’ sava¬şın ‘katmerli’ baskısı ‘sosyal gerçekçiliğin’ ge¬lişmesini engellemiştir. Orada bir boşluk doğ¬muyor mu? İkinci yeni Sirki, işte bu boşluğu dolduruyor, Üstelik, ‘soğuk’ savaşın şart koş¬tuğu bütün olumsuz nitelikleri taşıyarak: içlem (contenu, muhteva) en ürkütücü şey mi sayıl¬maktadır, İkinci Yeni anlamı gerekli görmez, rastlansallıkla’ yetinir; dahası, sanatı toplum¬sal işlevinden çekip alır, getirip ‘kelimeye’ da-yandırır. Soyutluk biçimciliğin anasıdır ya, im¬geyi yüklenmek zorunda olduğu toplumsal/bi-reysel içlemden soyutlar, ‘boşa’ çalıştırırlar. Bü¬tün bunlar yetmezmiş gibi, bir de toplumsal gerçekçiliğe karşı, açık tavır takındılar mı, ‘so¬ğuk’ savaş onları desteklemeyecek de, kimleri destekleyecek: ‘resmi’ edebiyat tahtından İnö¬nü Diktası’nın ‘Birinci Yeni’si (Garip) inmiş, yerine Menderes Diktası’nın ‘İkinci Yeni’si ku¬rulmuştur, Yıllar sonra serinkanlılıkla bakınca, her şey ne kadar açık görünüyor, O sıralar, ‘yeniler’de yönteme karşı soğukluk, uygulamada ‘sapma¬lar’ görünce, derhal tavır almışım: bu kitapta, Mavi’nin başlattığı ‘hesaplaşma hareketinde’ beraber olduğumuz genç imzalarla nasıl kapıştığımızı gösteren, örnekler de var. Yalnız o ka¬dar mı? Dergilerimiz ayrılıyor. Onlar artık Pa¬zar Postası’ndadırlar, giderek Dost’u da ele ge¬çirirler, sonra Yeditepe topunu bağrına basacak, ‘aslında bir çeviri dergisi olmak isteyen ‘Yeni Dergi’ ise, kalelerini oluşturacaktır. Ben, 1940’lardan beri bilinmez kaçıncı defa dergisiz kalırım. Şükran.’ (Kurdakul) Yelken’i yönet¬meye başladığında,’ beraber oluruz. ‘İktidarı’ kaybetmiş olan ‘Varlık’ bana sütunlarını açı¬yor, Paris’ten itibaren hem ona yazıyorum. hem de nereye dersiniz, Yön’e! Sadece dergilerin¬ karşılaştırılması bile, kimin hangi türküyü ça-ğırdığını pek güzel göstermiyor mu?”
Eğer İlhan söylediklerinde samimi olup her zaman kurulmuş bir statükoya karşı çıkma bilinci ile isyanını dile getiriyorsa tebrik etmek lazım. Ancak asla 2.yeni bir sultanın diktasında kalmamış her zaman özgürlüğe oynamıştır zarının. Menderes’in İnönü hükümetine karşılık alt tabakayı desteklemesi parasız yatılılıların yeni bir edebiyat akımı oluşturmalarına siyasal açıdan bir zemin hazırlamış olabilir ama asla 2.yeniyi kendisine hizmet eden bir akım olarak görmemiştir. Çünkü o da en az İlhan gibi bu yeni şiirin ne söylüyor olduğunu kavrayacak düzeyde değildi. Akımın eski şiire göre toplumcu olmayan yönlerini bahane ederek bir dikta örünü olduğunu söylemeye çalışmak Flaş Tv’ de kendisine neden özel bir oda ayrıldığını açıklamaktan önce gelmemelidir. Hem toplanım belli bir sağ kesimle The Marmara’da sistem adına “geçin bu Kürtleri ” demek de özgürlüğü öncelemesi gereken bir şair için ne kadar tutarlı bir davranıştır bilinmez. 2.yeni kendisini kabül etseydi elbette böyle olmayacaktı. Ancak Atilla İlhan da bugünkü kadar popüler olmayacaktı. Çünkü öyle bir şiirin sınırlarında kalırdı herhalde.
b) Modernleşme ve İkinci Yeni
İsmet Özel bir dersinde tam olarak şunları söylüyordu: “ Eğer Türk şiiri olmasaydı Türk Modernleşmesi hapı yutmuştu” buna mukabil modernleşme ile ilgili şunları ekliyordu: “Modernleşme ilk nüvesini İngiltere’de Sanayi İnkılabı özellikle de aristokrat sınıfı ile bulur. Fransa’ da modernleşme Burjuvazi’nin elinde gerçekleşir. Rusya modernleşmesini gerçekleştirmek için entelijansiya diye bir yöntem dener. Değişik ülkelerden zeki ve akıllı gençler toplayarak onlara çeşitli dallarda eğitim vererek uzmanlık kazandırır. Puşkin o dönemlerde Osmanlı sarayından istenmiş bir Habeşi’in oğludur. Hal böyleyken Puşkin şiiriyle Rus dilinin kurucusu olmuş, Dostoyevski romanın öncüsü olmuştur. Bakunin gibilerse isyancı olup 3 defa Çar ‘a suikasttan dolayı içeri atılmıştır. Almanya modernleşmesini saray aileleri sayesinde hizaya koydu. Osmanlıda ne aristokrat ne de burjuva sınıfının olmaması( ya da olamayışı) yanında saray ailesi ve entelijansiya diye bir gurup da yoktu. Osmanlı modernleşmesini kendi bünyesindeki memur tabakası ilk zamanlar özellikle de tıbbiyelilerin eliyle gerçekleştirdi. Bu memurların bir çoğu da 1945’lere kadar edebiyat öğretmeni ya da bir ucundan edebiyat ile ilgili dergi ve gazetelerde yazarlıkla meşgul olmakta idiler. Memurların eliyle daha fazlası her dönemde toplumun ve insanın sesi olması özelliğiyle şiirin yordamında kurtarılan modernlik 1950’ lerde tam bir krize girmek üzereydi. İşte bu minvalde 2. yeni diye bağımsız, eli devlete bağımlı olmayan, çoğu parasız yatılı bir sınıf ortaya çıkar ve yeni şiirleriyle modernleşmenin kırılan kemiğini onarmaya çalışırlar.”
Dönemin sosyal,siyasi ve edebi havasını yansıtan en önemli kitaplarından biri şüphesi Ebubekir Eroğlu’nun Modern Türk Şiir’inin Doğası’dır. Bu kitabın “ modernleşmenin tarif edilebilir atmosferi” makalesinden bazı pasajlara değinmekte fayda var;
“1950’li yılları önemli kılan, ortada bir şiir hareketi bulunması ve şiirin edebi bir dünyayı biçimlemiş olmasıdır.
Değişen toplum dokusunun röntgenine sürekli ihtiyaç duyulan o dönemde sosyolojik araştırmalar son derece yetersiz idi. Siyasi oluşumun yeni safhası Anadolu köylüsüne bir ‘özne’ olarak yaklaşmayı gerekli kılıyor, tek partili yıllarda yapılmış olan köye yönelik çalışmalar ve folklor alanındaki araştırmalar, büyük bir ihtimal ile yeni ihtiyaçlara cevap vermekten uzak kalıyordu. Bu durumun sosyal yapıyı dönüştürme arzularıyla birleşmesi, kırsal kesimi anlatan romanlar ile köylü karakterini muhafaza eden romancılara duyulan ilginin artmasına sebep olmuştur. O çerçevede ilgi duyulan ürünlerin, ‘ aslında alt yapısını sosyolojik araştırmaların teşkil etmesi gereken beklentilere cevap vermek’ şeklinde özetleyebileceğimiz bir fonksiyonu bulunmaktaydı. Oysa, yetmiş yıldan beri nerdeyse adım adım ilerleyen roman alanında bir önceki kuşağın aşılması söz konusu olmamış, birdenbire ve hızla bir düşüş görülmüş, şiir ise edebiyat alanını belirlemede adeta rakipsiz kalmıştır. Öyle ki; tartışmalarla yüklü şiir alanı kendi rakiplerini kendi içinden çıkarmaktaydı.
Bu açıdan bakıldığında şiirimizde 1950’li yılların özelliği modernleşmenin tarif edilebileceği bir atmosferde toplanmış olmasıdır. İçinde her şairin kendi kozasını ördüğü bu atmosfer, modern şiirin hemen hemen bütün kollarının yansıdığı yer olduktan başka ; modern-öncesi değerlerimizin yeni şiir dilinde ifadesini mümkün kılan bir ortamın oluşmasına yol açmıştır.
O güne kadar serbest şiir çalışma çabaları vezin ve kafiyeyi atma savaşında ve modern şiirin tek kolu üzerinde işlemiş idi. Kültürel alan olarak da Fransız edebiyatının dışına fazlaca çıkılmış sayılmazdı. Bu arada anglo-sakson dünyasında yirminci yüzyılda beliren akımlar da devreye girmeye başladı. Güney Avrupa’nın öteki ülkeleri, Latin Amerika şiiri daha sonraları bu kapıdan geçerek tanındı. Üstelik Fransız şiirinin genel hatları kırılmıştı. Çünkü şiirin genel hatları değil, tek tek şairler bazındaki zenginliğini tanımak isteği de yaygınlaşıyordu.
Tanzimat’tan beri yetişen şairlerin topluca oluşturdukları görünen, o günler okurunun gözünde ‘eski şairler’ imajından daha yukarıdaki bir tabloyu yansıtmıyordu.Dönemin şiir hareketine “ikinci yeni” gibi suni bir ad yerine tanımlayıcı bir ad verilseydi, mesela modernleşme niteliğini yansıtan bir sıfatla anılsaydı, ayrıntılardaki çeşitlenmeyi de, dejenere olduğu yahut aşıldığı yerleri de bir tanım çerçevesinde anlamak daha kolay olurdu.
50’li yıllar yalnız şairler olara değil, okurları bakımından da “eski yazı” yı bilmeyen ilk kuşağı getirmiştir. Bu kuşak, eski yazıyı olağan eğitim içinde öğrenmeden yetişen ilk edebiyat kuşağıdır. Eski şairleri okumak artık çok özel, özel olduğu kadar da zahmetli bir ilgiyi gerektirmektedir. Bu durum, ileriki yıllarda büyük ölçekle yaklaşılması gereken konulara girebilmedeki yetersizliğin bir sebebi olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk otuz yılında tek partiden gelen ve kültürel atmosferi etkileyen eğilimler iki ana başlıkta toplanabilir. Bunlardan biri hümanizm, diğeri milliyetçiliktir. İlk otuz yıl bitmeden Necip Fazıl tarafından geliştirilen “İslam” odaklı eğilim, Tanzimat dönemi İslamcılığından ve tek parti tipi milliyetçilikten farklı olup kültürel atmosferi etkileme süreci bakımından ayrıca değerlendirilmesi uygundur. Çünkü klasik İslam kültürü dönemlerine bakışın, yeni bir yorumla şiirimizi etkilemesi bir süre sonra ortaya çıkacaktır.
Bugün aşılmış olmakla birlikte o günü anlamak bakımından hatırlamalıyız ki; hümanist kanat batıcılığın kristalize olmuş bir gurubuydu. Hümanist kanadın tutumu ile şehirli insanı birleştiren iki şair Oktay Rıfat ve Edip Cansever’dir. 50’li yılların ortalarında şiirin yazıldığı, teneffüs edildiği yere işaret etmek bakımından okuru yanıltmayan bir sürece girilmiş idi. Şu anlamdaki; yeni şiir zevki nerede teşekkül ediyorsa yeni şairlerin en iyileri nerede bulunuyorsa okurun çağrıldığı yer orasıydı. Üst düzeyde algılanmaya tekabül etsin etmesin, şiirin konuşulduğu tartışıldığı yerde şairler durmaktaydı.
Şiirdeki insanın artık ‘tek tip’ e ve ‘küçük adam’ a sığmayacağı anlaşılmıştır. ‘insansızlık’ adı konulmadan ilgilerin dışına atılıyordu. Modern şiir tanındıkça insan karmaşıklığını yansıtmak için cesaret ve beceri artmaktaydı. Günlük tasvirleri önemli bir yer tutuyor. 30’lu yılların ‘soyut insan’ ından kuvvet aldığı oranda insan çeşitleniyordu. Bu çeşitlenmede Necip Fazıl’dan Dranas’ tan Dağlarca’ nın ilk dönem eserlerinden esintiler oluştu. Şiirdeki insanın felsefi endişeleri bir ‘form’ ve ‘muhteva’ kazanmadığı durumlarda bile ‘küçük adam’ bir kere gözden düşmüştü. Yine de suni sorunlar tek parti döneminden kalma kutuplaşmaların kısır çerçevesi o kadar önde durmuştu ki bugünden bakıldığında büyük tutkuların elden geldiğince gizlenmeyi seçtiği görülüyor.
Daha sonra Avrupa şiirini tek şair bazında tanıma ve kaba taklidi aşma ölçüsünde eski şiir ve kültürümüze yaklaşma ölçüsünde geniş çağrışım alanı sağlayan kelimeler giriyordu şiire. Sezai Karakoç’ta derinlik taşıyan,Cemal Süreya, Ülkü Tamer’de günlük hayatın tadlarına değerken de renkli ve parıltılı, Turgut Uyar’da insana değerek anlam kazanan kelimeler. Ece Ayhan kelimeye okuru uyaracak bir kırılma veriyor. İlhan Berk deneysel şiirin kurallarından geçerek letrizme kadar gidiyordu.
Bir edebiyat kuşağı, kuşak olarak geçmişten temsile değer olanı temsil etmeye, gelecek için de anlam taşıyan umutları karşılamaya ehil gördüğü oranda mutluluk vericidir. Kurallar ve tanımlar bir dönemi oluşturan bütün şiirleri hedefine aldığı halde, temsil etme ve kendi şiirleriyle doğan umutları karşılama bilinci az şiirde uyanır. Şüphesiz bunu gerçekleştirme biçimi ve oranı da her şair için aynı değildir.”
Bir de Turan Karataş’ın Makalesinden bu mevzu ile ilgili açılımlara değinelim.
“ Şiirdeki sesi ve biçimi yıkan, geleneksel edayı inkar eden; “küçük insan” tipinin şiiri olma amacına bürünmüş olan Orhan Veli şiiri (Ga¬rip Akımı), 5O’li yıların başlarında nispeten eskimeye başlayınca, da¬ha doğrusu bu yoldaki ürünlerin ‘suyu çıkınca’ . Ona tepki olarak Attila İlhan şiiri, diğer adıyla ‘Mavi Hareketi’ zuhur eder. İkinci Yeni şairlerine göre, Atilla İlhan’ın getirdiği bu şiir tarzı da ‘bütünlenen dünya’ karşısında kendini hızla,eskitmiş ve tüketmiştir. Böyle bir iddiaya ka¬tılmak güçtür. çünkü Attila İlhan’ın şiiri, şu anda bile yaşayan şiirimi¬zin en önemli damarlarından, biridir. Bir duraktır. Öyle ki, ‘sol cenah’ta seyr ü sefer eyleyen birçok genç şair, dönüp dolaşıp Attila İlhan şiirinde nefeslenir, bu şiir’le ilhamını tazeler. Kanaatimiz¬ce, Attila İlhan şiiri önemli bir yapı taşıdır, modern Türk şiirinde. Bu tartışmaların yapıldığı, eskinin suçlanıp yeninin alkışlandığı göz gözü görmez bir şiir tufanında, Türk şiirinin son büyük atılımı kabul edilen ve ‘vaftiz’ adı İkinci Yeni olan şiir doğar.
Bu adı, Muzaffer Erdost koymuştur. Asım Bezirci’ye göre yanlış bir adlandırmadır bu. “Çünkü, şiirimizi tazimattan’ beri geçirdiği yenilik olayları göz önünde tutulursa, İkinci Yeni’ye ancak sekizinci yeni demek uygun düşer.”
Bu şiire yeni gerçekçi (neo-realist) şiir diyen Sezai Karakoç, Be¬zirci’nin yukarıdaki itirazlarını haklı bulmaz: “Orhan Veli ve arkadaş¬larının şiiri, yeni şiir ise, bu yeni şiir için, yeninin yenisi farkına, İkin¬ci Yeni demek kadar doğru ne ola? Böyle hüküm, böyle hipotezin ba¬şından artık. Bazıları, yeniliği, böyle, 1,2,3… vs. numaralamanın saç¬ma olduğunu, bunun bir hayal kıtlığından doğduğunu söylemeye kadar vardırdılar işi. İşin içinde bir saçmalık, bir hayal kıtlığı varsa bu, Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirine : ‘yeni şiir’ demekteydi. Zaman ve eşya boyunca daha başka bir şiir yokmuş ve olamazmışçasına bir şiire yeni şiir ismini verenlerin, onun yenilenişinden ibaret ikinci bir akıma ‘İkinci Yeni’ denilmesine alınmaları olur şey değildi. Hem bu ‘İkinci Yeni’ sözü, bir birincisini, bir üçüncüsünü hatırlatmak bakımından,’ ‘yeni şiir’ sözünün mutlak: deyişine göre, daha alçak gönüllü ve daha namuslu değil miydi? Hem, alt tarafı bu bir isim değil miydi?
İlk başlangıçta Garip Akımına bir tepki olarak doğmuştur İkinci Yeni. Ancak, derinliğine araştırıldığında bu oluşumun bir tepki şiirinden çok, bir yenileniş ve arayış şiiri olduğur anlaşılır. Bu hareket içinde yer alan şairlerin bağlandıkları ortlak bir manifesto, paylaştıkları ortak şiir ilkeleri olmadığı için bir ‘ekol’ ya da ‘akım’ niteliği taşımaz. Bu se-beple de ‘hareket’, ‘atılım’, ‘topluluk’, gibi adlarla anılır. Bu özel¬lik, İkinci Yeni’ nin ilk Vasfının tepki şiiri olmadığının göstergesidir.
İkinci Yeni’nin niçin akım olmadığına dair değişik görüşler vardır. Mesela, bu şiiri irdeleyen, inceleyen, eleştiren birçok yazı kaleme al¬mış olan ve bunların çoğunu İkinci Yeni,Olayı adlı kitabında toplayan Asım Bezirci, “İkinci yeni şairler arasında tam bir tutarlık bulunmadığı için bu şiirin bir ekol olma özelliği gösteremediğini ileri sürer ve der ki: “Ayrıca İkinci Yeni’ye ilişkin özellikler de tutarlı bir bütün meydana getirmezler:Bazı özellikler ne ‘birbiriyle kaynaşırlar ne de birbirini pekiştirirler. Bu sebepten İkinci Yeni’yi bağdaşık bir akım değil, ortak bir hareket saymak daha doğru olur.
Yerçekimli Karanfil şairi Edip Cansever İkinci Yeni’nin bir akım olmadığına, olamayacağına dikkati çeker ve zımnen de olsa, bu ‘açılımın’ bir tepki şiiri, Garip akımına karşı yeni bir ‘girişim’ olduğu üzerinde durur: “İkinci yeni diye bir akım yoktu, olamazdı. (…) bu açı¬lım bir takım şairlerin bir araya gelerek; eğilim, yönelim ve belli bir dünya görüşünden hareket ederek, kısaca bir ön antlaşma düzeyinde başlatmadıklarını iyi biliyorum. (…) dıştan bakılan, yalınlaştırılmış, ,hatta .basite’ indirgetilmiş ‘küçük insan’ dan ‘insan’ a. İnsanın karmaşık yapısına, onun aynı zamanda toplumun bir’ birimi olmasına karşın bi¬reyliğine de ağırlık verme girişimidir…”
Edip Cansever, daha da ileri giderek İkinci Yeni’ye bir akım nite¬liği kazandırma gayretlerinin, ikinci bir yanılgıya düşmek olacağım belirterek: “O, değişik şairlerin, değişik kişilikler kurduğu bir yenileş¬me alanıdır olsa olsa.” der.
Bu hareket içinde yer alan ve ustalıklarıyla dikkati çeken şair Ece Ayhan da, İkinci Yeni’ lerin çokluğuna değinir: “İmdi Sadece 1955-58 yılları arasında şiir oynadıkları gerekçesiyle, Orhan’ Veliler’den ayrı¬dırlar gerekçesiyle, bu ozanları, aynı bir Futbol Takımından saymak mümkün, değildir diyorum ben. (…) Bir’ değil, birçok İkinci Yeniler’
vardır. Şahıs şirketleri, menfaat grupları değil, birçok şiir fakülteleri vardır”
Eser Gürson göre ise “…bir akım şiirinin değil, bir değişim şiirinin adı,oluyôr İkinci Yeni, yoğun bir hava bütünlüğünün adı oluyor. (…) çünkü onun belir¬li sınırları yoktur. Her bir şairi, kendi benimsediği olanakların, kendi ,tuttuğu şiir çizgisinin ustası olmuştur (ya da’ olabilir).
“İkinci Yeni şiirinin salt adı etrafında değil, mahiyeti ve ne idiğü ‘ne dair de oldukça fazla ve birbirinden farklı, görüşler ileri sürülmüştür. Çünkü İkinci Yeni şairlerinde ne bir işbirliği ne-de bir eşzamanlılık görülür. İlk dönen), şiirlerinde bile birbirinden farklı yollardan şiir ev¬renine ‘adım atan bu şairler, tek tek bir arayış içine girmişler ve kişisel’ sezgileriyle orda burda, dağınık “uçlar verdikten” nice sonra, benzer¬likleri dolayısıyla ortak özellikleri tespit edilmeye, kurallara bağlanmaya çalışılmıştır. Dahası, bu günden bakarak, bu şiir oluşumunun or¬tak özelliklerini göz önünde bulundurarak, bu şairlerin bir grup oluş¬turduklarını, doğrusu bir arada bulunduklarını görmek ve söylemek daha kolaydır. İkinci Yeni deyiminin ortaya atılması ve gelişmesinin, Sartre, Camus, Kafka gibi Batı Avrupa yazarlarının, Fransız gerçeküstücülerinin T. S. Eliot, Dylan Thomas, e.e. cumming gibi gizemci ya da biçim¬ci şairlerin Türkiye’de tanınmaya başlamasıyla paralellik taşıdığı söy¬lenir ki, yabana atılacak bir düşünce değildir. İyi derecede Fransızca ya da Batı dillerinden birini bilen İkinci Yeni şairlerinin kaynaklarından biri de, şüphesiz Batı şiiri olmuştur. Yani, İkinci Yeni’nin ortaya çık¬masında, Batı şiirinin ve o günkü dünya şiirinin büyük bir dahli vardır.
Kimilerine göre, bir “azınlığın şiiri” olan İkinci Yeni, kimilerine göre de ikinci diktatörlüğün (Demokrat partinin) şiiridir. Her ne olursa olsun, bu konuda söz söyleyen çoğunluğun, kanaati, İkinci Yeni, bütün kusurlarına ,rağmen “şiire, yeniden dönüş”tür.
“Tarihimizde ilk kez parasız yatılıların, taşra doğumluların, hiçbir zaman “ümran” görmemişlerin bir ‘sıçramas’ı”dır: ” yani kısa¬ cası, ‘bakışımsızlık’lar, ‘sivillikler,’uçtalıklar’, ‘atanallıklar’ bin yıldan bu yana İkinci Yeni’yle ilk kez gündeme geliyordu.”
İlhan Berk ile yapılan bir röportajda Berk şunları dile getirmişti.
“Benim içinden geldigim,orada beslenip büyüdüğüm o günkü toplumcu şiire de karşı bir, şiir. (…) İkinci Yeni işte bu tıkanıklı tekdüzeliğin önünü açmak, daha geniş alanlara akmak için çıktı. Usun , dilin, bilincin alışkanlıkların üstüne yürüdü. (… )Tekdüzeliğin üstüne gitti. Bütün bunlar bazılarının, sandığı gibi de topluma sırt çevirmek, baskılardan kaçmak için yapılmadı. Şiir adına yapıldı.{…}demek ki yazılan şiire karşı çıkmadır bu yönelme. Bir gerekseme. Onu en uçla¬ra götürürken, yine de yeterince ,gözü pek olmadığım kanısındayım.
İlhan Berk’ e kulak verdiğimizde Atilla İlhan ve benzerlerinin 2. yeniyi topluma karşı olmalarıyla eleştirmelerinin yersiz olduğunu görmekteyiz. Aynı dergide İlhan Berk ile beraber Özdemir İnce ise o dönemler için şunları söylemekteydi:
“2. Yeni, yakın akrabalaru sahip çıkmadığı için; ölüsü belediye, tarafından kaldırılan, ama mirası yenilen garip bir akrabadır. (…) bir bunalım döneminin şiiridir. Yani toplumsal çelişki ve bunalımın bireyin varlığına, sanat alanına sıçramasıdır; bırakılmışlığa: geçimsizliğe kültür ikilemine,insanın yozlaşmasına, toplumsal erozyona sömürü¬ye kapkaççı ekonomik düzene baskıya karşı bir başkaldırıdır. 1954-60 arası İkinci Yeni şiiri nihilist bir şiir olarak tanımlanabilir. (…) özüyle nihilist biçimiyle şiir geleneğimize aykırı gibi görünen, ölüsüne kimsenin,mirasına ise herkesin gizli gizli sahip çıktığı bu şamar oğlanı şiirin sadece günümüz şiirine değil tüm sanat ve kültür yaşamına taze kan getirdiği, bir itici güç olduğu görülecektir:(…)İkinci Yeni’yi … Jdanar’un terazisiyle, Jean Freville’in- özetçi terazisiyle tartmışlar. Şemalardan yola çıkıp yanlış ve yanıltıcı yargılara varmışlardır.”
Muzaffer Erdost ise onların aksine o dönemin şiiri için şunları söylemekteydi:”İkinci Yeni, küçük burjuvazinin ilerici kesiminin şiiridir. (…) İkinci Yeni anlamsızlığı ilke olarak savunmadır. Şiirin anlamsız olarak suçlanmasına karşı çıktı. Şiirin anlamsız da olabileceğini vurguladı. İkinci Yeni şiirde, fotoğrafsal ya da,sinemasal görüntü yaratan anlatım yoktu; İkinci Yeni, şiiri görüntü, imaj yaratma alanından düşün¬ce ve duygu yaratma dünyasına yükseltti.” Bu şiirin kesin belirtileri, yani ilk örnekleri 1955-1956 yıllarında Yeditepe dergisinde görülür diyen araştırmacılar, Sezai Karakoç’un ‘ 1953_54 yıllarında ‘İstanbul’ dergisinde çıkan şiirlerinden habersizdir. Yahut da bu örnekler, görmezlikten gelinmiştir. Halbuki, kanaatimizce İkinci Yeni diye bahis konusu olan şiirin ilk örnekleri, Karakoç’un yukarıda adı geçen dergide yayınlanmış şiirler olmalıdır.
2. Yeni şiirinin gelişmesi, dal budak salması, Pazar Postası’nda gerçekleşir. Bu dergi etrafında toplanan İlhan Berk, Ece Ayhan,Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Kemal Özer, Ülkü Tamer, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi isimler bu şiirin öncüsü ve ‘götürücüsü’ olmuşlardır. Garip Akımı içindeki üç isimden biri olan Oktay Rıfat da sonra¬dan ikinci Yeni içinde yer almıştır. Bu şiirin tipik örneklerini içeren ve bu dönem şairlerinin en ortak özelliklere sahip ürünleri, şu kitaplar¬da bulunabilir: Oktay Rıfat: Perçemli Sokak (1956), Edip Cansever: Yerçekimli Karanfil (1957), Cemal Süreya: Üvercinka (1958), İlhan Berk: Galile Denizi(1958), Turgut Uyar: dünyanın en güzel arabistanı;(1959), Sezai Karakoç: körfez (1959), Kemal Özer: Gül Yordamı (1959), Ülkü Tamer: Soğuk Otların Altında, Ece Ayhan: Kınar Hanımın Taneleri (1959)
Garip Akımının bütün geçmiş edebiyata ve genel gidişe karşı aykırı bir yol tutmasına ve prensipsizliğine rağmen, İkinci Yeniciler genel bir “moralist eğilim” içindedirler. Her şair, kendi benimsediği dünya görüşünün ve poetik düşüncenin ahlak prensiplerine bağlı görü¬nürler.
İkinci Yeni’nin isim babası Muzaffer Erdost’un bu şiire yakıştırdı¬ğı “anlamsızlığı ilke olarak savunma” nitelemesi bir yanılgıdır. Eğer bu hüküm İkinci Yeni diye piyasaya sürülen tecrübesiz şairlerin ürünleri için söylenseydi, hak verilebilir. Ancak, bütün İkin¬ci Yeni şiiri örnekleri için, hele hele bu şiirin usta şairlerinin ürünleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Gürson ‘un İkinci Yeni ‘ye dair şu tespitlerinin de altını çizmek gerekir: “Batıyla da bağıntısı olan geniş bir şiir olanağı, çağdaş yakınlaşmalar içinde paylaşılmıştır. Soyutlamak, kapalı olmak, anlamı bulandırmak, karanlığa gizlenmek, gerçeküstünden aşılanmak, yaşamı parçalarından çok ‘bütünüyle vermek, duygusal anlamı ussal anlama yeğlemek, imgeyi önemsemek, özde, biçimde, dilde deformasyona gitmek, doğal dilden çok yapay dile eğilmek, şiir yalınlığına (I, Yeni yalınlığı anlamında) karşı koymak, İkinci Yeni şairlerinin bol bol kullandığı olanaklardır. Bu özelliklerinin her birinin başına, ‘yer yer’ ya da ‘zaman zaman’ deyimlerini eklemeliyiz. Çünkü her şairde bütün bu saydığımız özellikleri bulmamız mümkün olmayabilir.
İkinci Yeni şiiri, konusu apaçık belli olan, bir yerde başlayıp bir yerde biten şiir değildir. İlhan Berk’in deyişiyle ‘öykülü şiir’ hiç değildir. Bütün güçlüğüne ve kapalılığına rağmen, yüzü manaya da dönük¬tür bu şiirin. Hareketin iyi şairleri, güzelliği yani estetik beğeniyi şiirin birinci amacı olarak benimsemişler, ona bağlılıklarını ürünleriyle ispat etmişlerdir. Bir bakıma İkinci Yeni, saf şiiri arayış da sayılabilir.
Bu şiirin en uç örnekleriniveren Ece Ayhan’ın “Kanto Ağacı” şiiri şu dizelerleson bulur:
sen karanlığa giderayak bir kanto ağacı çizmiştin yusuflardan önce
gelip kanto ağacını kesmişler kantolarını delik deşik etmişler ,
hadi sen yine pandomima sahnelerinde düşünelim ağlamadan kanto ağacı
hadi sen de düşün bizi bakalım çocukları alkazarı ağlamadan kanto ağacı
Behçet Necaitigil, yukarıdaki mısralarda ve İkinci Yeninin diğer uç şiirlerinde “gene de bir gerçek sezdiriliyor der ve devamla önemli tespitlerde bulunur: “ikinci yeni tamamıyla bir şey söylemeyen şiir olmuyordu. Yalnız şiirin bütününden sezgi yoluyla yarı karanlık bir an¬lam, gizli bir güzellik çıkarmak okuyucunun hazırlığına bakıyordu.
Sezai Karakoç’un uzun soluklu şiiri Köpük’teki kimi dizelere de aynı dikkatle baktığımızda, Necatigil’e hak veririz:
Bir kadın! havlıyor taşıyor o ıssız köpekler ki
Kırmızı bir karpuzun ortasından kesilen o köpekler ki
…
Bu köpekler neyi havluyor hangi kadını
Bu horozlar neyi ürperiyor çocukları mı
. -,
Her ne kadar şiir, bu dizelerde Karakoç’un ifadesiyle “anlam tatilleri” yapsa da sezgi yoluyla bu parçaları, şiirin bütünündeki anlam hal¬kalarına bağlamak mümkündür. Kaldı ki bu örnekler, yukarıda da vur¬gulandığı gibi, İkinci Yeni’nin belki de en uç örnekleridir. Şunu da unutmamak gerekir, İkinci Yeni’yi değerlendirirken ilk planda bu harekete şiir tecrübeleriyle gelen” usta şairlerin (İlhan Berk,Sezai Karakoç, Oktay Rifat, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Kemal Özer) ürünlerine bakmak gerekir.Bu şairlerin ustaca, derli toplu örneklerinde, kapalı gibi görünen örneklerinde bile anlamsızlığı denemek ya da “anlamsızlığı ilke olarak savunmak” gibi bir kaygı göremeyiz; Bir fikir vermesi bakımından Kemal Özer’in Ağıt isimli şiirini buraya alıyoruz:
annem mi bir kadın
geciken bir kadın gece yatısına
ölüm kendini göstereli babamın saçlarından günübirlik bir kadın
Üsküdar’la İstanbul arasında
babamdı sakalıydı babamın
bir akşam göle batırdı
çıkmamak üzere bir daha
hepsi de ekmek kokardı
sayısı unutulan parmaklarının
akşam bir attır bütün ülkelerde
serin esmer bir attır
terkisine çocukların bindiği
2. yeni şairler için ortak bir kaygu olarak okuyucuya rağmen sanat yapma anlayışı hakim iken, okur, en çok İlhan Berk ve Ece Ayhan’ın umurunda değildir. Hatta Ece Ayhan, okurlar için “leş kargası, akbaba” gibi ağır ve aşağılayıcı bir ifade de kullanır.
Dönemin siyasal atmosferi ve eski şiir örnekleri göz önünde bulundurulduğunda toplumdan uzaklaşmaları haklı sebepler taşıyan 2. yeni şairlerinin çevreden uzaklaşmaları ve kaçmaları konusunda Asım Bezirci şunları söyler: “İkinci Yeni’ de ne tam bir yerellik, ne de tam bir gerçeklik görülür. Sanki her şey belirli bir yer ve sürenin dışında, nerdeyse boşlukta kendi kendine oluşmaktadır. Daha da önemlisi, bunları doğuran toplumsal ya da bireysel sebeplere, şartlara inilmez. Üstelik felsefi kökleri de açığa vurulmaz. Ancak, bazen ‘kent’ sözcüğüyle birlikte anıldıklarından, şairinin şehirden -başka bir deyimle, toplumdan, çevreden hoşlanmadığı, orada bunaldığı, yalnız ve mutsuz yaşadığı sezilir. … (Bunda ideolojik bilinç eksikliği, yabancılaşma duygusu, siyasal baskı ve kişisel korku da rol oynar).
İkinci Yeni şiiri, aykırılıklar arz eden, son sınırları zorlayan bu gibi az görülen özellikleri ve zayıf şairlerinin kötü örnekleri yüzünden eleştirilere maruz kalmıştır. İkinci Yeni’nin kuramcısı Muzaffer Erdost bu “kötüler” için şu açıklamalarda bulunur: “Savunduğumuz şiire değil, Savunduğumuz bu imkana, bu rahatlığa, bu cesarete örnek verdiğimiz bir iki mısranın arkasından sökün eden birkaç ozan, anlayamadıkları, ama salt bir akım olarak beliren şiire bilinçsizce katıldılar. Savunduğumuz şiiri değil savunduğumuz imkanları amaç ,bilerek birçok şeyler yazdılar. Başlangıçta ben bu ozanlara imkan verdim, şiirlerini yayınladık. Ama onlar savunduğumuz şiiri değil, savunduğumuz şiirin bir imkanı olan yanını yazmakla yetindiler, kendilerini çıkmaza soktular.”
Çağımızın realiteleri olan bireycilik, absürdite ve inkarcılık açı¬sından bakıldığında, İkinci Yeni, çağdaş bir şiir olma özelliğini de yakalamıştır. Fakat, bu topluluk içindeki bazı şairler çağın karşısında edilgen oldukları ve çoğu kez yenik düştükleri için, daha sonra “bir inanç sis.temine yaslanmak gerektiğini” anlamışlar ve ‘asıl’ önemlisi yanlış bir bağlanma yüzünden şiirlerini tüketmişlerdir. Bu yanılgıya düşmeyenlerin farklı kulvarlara kayarak, şiirlerini yaşatma şansını el¬de ettiklerini görüyoruz.
2. yeni bir ekol diyenlere karşılık (İlhan Berk, Sezai Karakoç, Muzaffer .Erdost), bu şiirin “kendini arayan şiirimiz”de yeni bir damar olduğu, bir hareket olduğu akla daha yatkın görünmektedir. Bu hareket içinde İIhan Berk ve Ece Ayhan gibi uç şairlere karşılık, “şiiri dirilten”, derli toplu örnekler ortaya koyanlar (Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever) daha çok ilgi odağı olmuştur.
Dünya şiiri ile, özellikle Batı sanat ve düşünce kaynaklarıyla derinlikli bir ilgi ve tanışmadan sonra ortaya çıkan bu şiir “duygu ile düşünce arasında eriyen” bir şiir olma vasfını da bünyesinde taşımaktadır.
Ortak bir manifestolarının olmayışına karşılık, İkinci Yeni şairleri¬nin ortak bir duyarlıkta birleştikleri söylenebilir. Bireycilik, gizemcilik, kapalılık, muğlaklık, edilgenlik gibi özelliklerin oluşturduğu bir duyarlık. Memet Fuat, “Kimi baştan sona, kimi imgeler dünyasına çekerek, kimi simgeler örterek toplum sorunlarına hep kafa yormuşlardır” diyerek İkinci Yeni şairlerinin, bu yeni ve biraz da aykırı şiir an¬layışı içinde bile toplum sorunlarından uzaklaşmadıklarını söyler ki, bunun, ihtiyatla karşılanması gereken bir hüküm olduğu aşikardır.
Nihayet, İkinci Yeni, şiirimizde bir vakıadır. Bu şiire, bir bakıma modern dünya şiirine paralel olarak modern Türkiye’nin kendi sesini bulduğu ilk yeni şiir demek de mümkündür. Şiirimize yeni tadlar getiren, “özsuyuyla günümüz Türk şiirini besleyen” bu atılımın konuşulmayan bir çok özelliği işaret edilmeyi beklemektedir.Kim ne derse desin o akımın şairlerini en iyi eleştirebilme tanıtabilme becerisini yine o akımı şair ve eleştirmenleri gösterebilmişlerdir. Bu bakımdan en dikkate değer eleştirmen şairlerin başında gelen Cemal Süreya ‘nın yazıları özenle okunmalıdır. Cansever’i, Nazım’ı, Yahya Kemal’i,Rıfat’ı Karakoç’u ele alan önemli eleştiri yazılarının yanında özellikle Turgut Uyar’ a ilişkin yazısından bazı kısımlara 2. yeni şiirine ilişkin temel duyarlılıklara varma bakımıdan değinmekte yarar var.
“Turgut Uyar’ın Girişimi
Şöyle deyince daha çok yaklaşıyorum onun şiirine: Turgut Uyar özellikle son yıllarda büyük bir şiirin ortasını yazıyor. Büyük bir gövdedir onun şiiri. Kımıldadıkça kendine benzer yeni gövdeler hazırlar, çoğaltır. Bir anıttan çok bir dirim belirtisidir. Bu yüzden kolay kolay tanımlanmaya gelmez: görülür, tanık olunur. blok halinde bir izlenimler bütünüyle gireriz ona. Şiirsel işlevini bütünüyle ve sürekli bir şekilde hareket ederek sürdürür. Tek tek şiirler yok, şiiri vardır. Bölerek, parça parça düşünmek silahsızlandırmaktadır onu biraz. Parça parça en güzel şey¬ söylediği halde böyle konuşuyorum. Asıl Turgut Uyar daha yukarı bir kesimden sonra başlar. Ayrıntılar ayrıntı olarak değil,bütünün küçük organları olarak önem kazanırlar. Tekrarlar, yığıntılar o bütüne göre anlamlanırlar. Tarih içinde değil, küçük olayların öyküsü, daha doğrusu o olayların “ben”le ilişkisinden bir mitoloji içindedir. “Ben” kendisiyle samimi ilişkiler kurmuştur. Bu da dünyayı ilkel çizgileriyle kabul etmekten çıkıyor galiba. İnsan doğar ve kendi gerçeklerini yaratmaya başlar. Ama tek insan için bunlar bir veriler yığınından başka bir şey değildir. Turgut Uyar’ da cinsel istek eşyaya damgasını bastırır. cinsel isteği saf ve aptal odalardan çıkararak şehrin gürültüsünü geçirir. Şehir, fetişlerdir. Şiirin altında ayrı bir akıntı vardır: yaşamayı sevmek, insanın haklı çıkması. O bütün bu verileri kucaklar, sayar, köşelere diker. Büyük bir hoşlanma duygusuyla karmaşıktır; ürkek yürek bütün geçmişi kabullenmektedir. Duyarlık, yüreğinde de omuriliğinde de aynı hızla yükselir.
Turgut Uyar’ın bu şiirsel gövdeye uygun olarak kurduğu söz düzeni sanatımızın en ilginç girişimlerinden biridir.
“Ve Allahı arardım serçe yuvalarında.” Turgut Uyar’ın 1947’de yayımlanan ilk şirinden aldığım bu mısra da gösteriyor ki o, şiir serüvenine adımını atarken bile değişik bir duyarlığın adamı olacaktır. Yine aynı şiirde büyük bir anlatım rahatlığı göze çarpıyor. Turgut Uyar’ın şiirimize getirdiği yeniliklerden biri de sözünü ettiğim şiirsel gövdeye uygun gelen anlatımı yakalamasıdır. Şiirimiz, vezinden serbest söyleşiye geçerken kendini bir ritm yaratma zorunda görmüştür. Anonim kalıpların alışılmış düzenini aratmayan bir başka biçim özelliği. Orhan Veli’nin, Oktay Rifat’ın, Melih Cevdet’in halk deyimlerine fazla yer vermelerinin bir nedeni de budur belki. İkinci Yeni’yi ise dilde “iç uyum” arayan bir girişim olarak nitelendirebiliriz: İkinci Yeni dilin iç olanaklarını araştırırken böyle bir zorundan hareket ediyordu. Turgut Uyar yalnız bir ritm kurmamış, aynı zamanda o ritmi kendi şiirinin kadrosu içinde özgünleştirmiştir. Ondaki iç ritm sese ilişkin bir nitelikte değil. Daha çok şiirsel yükün gövdede rahatlıklar aramasıyla ilgili. Bir de dışardan uy¬gulanan biçim öğeleri var ki bunlar ayrı.
Turgut Uyar’ı şiirimizin ön sırasına getiren bir özellik de görüntü kavramına kattığı yeni olanaklardır. Çok boyutlu ve gerçeğin asalağı olmayan görüntülerle çalışır. Sözgelimi başka şairler akşam’ı bir yanıtla anlatırken, akşamdaki bir şeyi anlatırken, Turgut Uyar akşam’ı bütünüyle kavrama eğilimindedir. Düzyazıdan korkmaz, ondan şiir devşirir boyuna. Bu arada ko¬nuşma diline yeni kullanma değerleri getirir, uçları eski şairle¬rin kıyılarına vuran “parodi”ler kurar.Dünyanın En Güzel Arabistan’ında, Tütünler Islak’ta ve daha sonra dergilerde yayımladığı şiirlerin çoğunda onun insani değerlerden çok insani durumlarla ilgilendiği bir gerçektir. Yalnız ben son birkaç şiirinde onun insani değerlere yöneldiğini sezinliyorum. Bu geçici mi olacaktır, yoksa sürekli bir değişmenin belirtisi midir? Erken konuşmuyorsam, bir ikidir yeni bir yolu deniyor. Ağırlık noktasında bir kayma göze çarpıyor. Şiirindeki “dünyadan hoşlanma” duygusu bir “mutluluk dileği” duygu¬su ile yer değiştiriyor. Eskiden omurilikle yürek birlikte çalışırken, şimdi omurilik yüreğin yedeğine giriyor. “Hızla Gelişecek Kalbimiz”i bu yeni yönsemeye örnek alabiliriz. “Kadırga” ve “Açıklamalar” adlı şiirlerinde de aynı değişikliği görmemeye imkan yok. Bu şiirlerde söz düzeni de daha berrak. Akıl daha çok karışıyor işe. Görüntü yavaşça geriye çekiliyor. Birtakım yan kavramlar ortaya çıkıyor.
Böyle bir evreye girerken Turgut Uyar’ın şiirinde oluşan bir başka yeni özellik “ben”in “biz”e dönüşür gibi olmasıdır. Birey artık eşyayı egosantrik bir şekilde üstlenmiyor. Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda, Tütünler Islak’ta, olağan ve küçük durum¬ların genel yapı içinde “uyumsuz”u destekleyen, saydamlaştı¬ran bir işlevleri vardır. Son bir iki şiirde ise yalın bir söz düzeni¬nin canlılığını korumak söz konusu. Öte yandan zamanda da bir kayma var. Turgut Uyar’ın şiirlerinde şimdiki zamana alış¬mıştık daha çok. Bir şimdiki zaman içinde geçmişin ve geniş bir zamanın verimlerini yaşıyordu. Şimdilerde gelecek zamanı kul¬lanmaya başladığını görüyoruz. Umudun şiirini yazmaya geç¬mesinden mi bu? Bu zaman kaymasına umudun bir değişkeni olarak mı rastlıyoruz şiirlerinde?
Bu sözlerimden Turgut Uyar’ın şiirinde bir kimlik değişmesi bulduğum sanılmasın. Aynı kimliğin yeni bir çağ tanımasıdır söz konusu olan. Turgut Uyar şiir üstüne çok düşünmüş bir şa¬ir. Şiirinin işlerliğindeki bazı öğelerin tutarlı bir şekilde yer değiştirmesi, onun kendi sanatının özel sorunlarını nice bildiğini gösteriyor. Söylenenlerin aksine İkinci Yeni şairleri başlangıçta ayrı ayrı şiirsel noktalardan hareket etmişlerdir. Orhan Veli şiiri tıkanmıştı. Bu şiirin dışında bir şiir oluşmaya başlamıştı. Ancak İkinci Yeni için yapılan tanımlamalar hem biraz erken, hem de çoğu doğru olmayan öğelere göre yapılmıştır. Daha ilk günlerde ta-nımlanmaya geçilmiştir. O sırada İkinci Yeni ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla beliren bir şiirdi. Oysa birçok genç şair, şii¬rin kendisinden değil, yapılan tanımlamalardan çıkarak yaz¬maya başladı. Üstelik Yeni şiir tutumunu getiren bütün öncüle¬rin ortak etkileri de bunların üstünde kurulmuş bulunuyordu. Bu arada öncüler arasında da elbet etkiler, karşı etkiler oldu.
Ama İkinci Yeni’yle ilgilenen yazarlar bu hareketi anlatırken o ortak özellikleri şemalarına döken ikinci sınıf şairlerden bir takım kurallar çıkarmayı daha kolay gördüler. Bu durum, şiirimizi dikkatle izleyen kimselerin ikinci yeni’nin ortaklaşa ve kişiliklerini ayırmamış bir şiir olduğunu sanmalarına yol açmıştır. Nedir ki zaman geçtikçe gerçek bütün bir çıplaklığıyla ortaya çıktı. Turgut Uyar ,ikinci yeni’nin merkezinde olmuştur. Şiirimiz onunla gizlileri yoklama yeteneği kazanıyor. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyeceğim: onun deneyinin deneyinin şiirimizdeki işlevi şiirinden de önemlidir. Dıranas , Tanpınar ortaya çok güzel yapıtlar koymuş sanatçılardır, ama ne kendi günlerinde ne de daha sonra bir işlevleri olmuştur. Buna karşılık Orhan Veli’nin büyük bir yapıtı yoktur, ama büyük bir işlevi vardır. Turgut Uyar’da ise bu iki özelliği bir arada görüyoruz: büyük bir yapıt ve büyük bir işlev.
Sanatta girişimdir asıl olan. Sanat sorunlarının kendi doğrultularında insan sorunlarına dönüşebilmesi, daha doğrusu bazı insan sorunlarını yüklenebilmesi ancak köklü girişimlerin sonucu olarak doğuyor ne yönde olursa olsun, köklü bir sanat girişimi eninde sonunda bir insan girişimidir.”
Sonraki yıllarda ise Ahmet Oktay Cemal Süreya’nın şiiri için şunları söyleyecekti.
“Bence Süreya’nın asıl yeniliği, eşyayı soyutlaştırışından ve dilinden geliyor. Ama bu eğilim bir özenti değil. Bir yama gibi durmuyor şiirde. Her cins şairde olduğu gibi, evreni ve varlığı genişletme, yeni bir boyut, bir ikinci, bir üçüncü boyut kazındırma çabasından doğuyor. C. Süreya’nın başarısı, so¬yutlarken, uzay ve zaman içinde bir varlık derecesi olarak gekleşen duyguları, olayları somutlayabilmesinde. İ. Berk ve E. Cansever’ deki havada kalış yok onda. Masası, atları o doğada gördüğümüz masalar, atlar değildir ama, bizi belli bir uca belli bir anlam ve sonuca götüren Cemal Süreya’nın ma¬sası ve atlarıdır.
Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzümün yanmasından anlıyorum
Üvercinka günümüz şiirine (ülkemiz içinde) ne getiriyor? Öyle sanıyorum ki şiirimizde çok ayrı, çok yeni bir yönsemeyi gösteren bir kitap değil bu. Son yıllarda söz konusu edilen “ikinçi yeni” şiire bağlanamaz. Gerçi Cemal Süreya’ da yer yer dili bozma eğilimleri, örnekleri görülüyorsa da, şiir mantığını (burda mantık sözünü, düşüncenin nesnesine uygunluğu ola¬rak kullanmıyorum. Bu daha çok, bir mısradan ötekine geçer¬ken kelime ve görüntü ilişkilerini göz önünde tutma anlamına geliyor) Ece Ayhan ve Muzaffer Erdost’un anladığı gibi bir de-formasyona uğratmıyor.
“Bir geyik kendini çiziyor karanlığa sonra kayboluyor Karanlık maranlık ama iyi seçiliyor
Yorgan toplanmış bacakların seçiliyor”
mısralarında bir süreklilik, sıkı sıkıya bir anlam, daha doğrusu bir şiirsel görüntü bağlılığı var. Mısralar rastlantıyla, otomasyon yoluyla değil, karanlık kelimesine bağlanarak çıkıyor.”