Her şiir ölü doğar. Her şair kelimelerin anlamlarını öldürerek başlar şiirini var kılmaya. Her kelime üzerindeki rengi, sesi,şekli,insanların kendisine yansıttıkları anlamları veya anlamsızlıkları kısacası kendisi olmayan her şeyi kaybederek girer bir şairin ritmine. Octovia Paz’ ın değişiyle ‘kelime var oluş anındaki kendine’, kendi çocukluğuna, kendi rüyasına ancak bir ozanın düşünde,imgeleminde kavuşur. Vardığı her yer; o kadar uzak olmalıdır ötekinde aynı yoldan gidilip de varılan yer. Ancak böyle, zamanın boyunduruğunda aynılığa boyanan kelimeler farklılıklarını yaşayabilirler. Her şair kelime adına bütün kınamalara rağmen zamana karşı savaş veren bir mecnundur. Garipliği öyledir ki yalnızlaşan, öksüzleşenleri ile başlıyor kelimeleri yeniden yaratmaya. Her hangi bir sorunun görülmediği cümleler mezarlığında sura öyle bir üfler ki içindeki ızdırab ve kelimesizlikle kelimeler yanaşır ve onun bu muamma sahiline vurmaya başlar. Çoğu zaman güçsüz,zayıf,çelimsiz,sahipsiz ve kendisine en az değer yükletilen kıyısına vurur bu yalnızlıklar adasının. Bir şairi de şair kılan ise kendisine seçtikleri kelimelerden ziyade seçmedikleridir. Tamamıyla ölü değildir şair yoksa nasıl öldürüp yeniden ruhunu üfleyebilsin. Saf aklın da ötesinde insanın var oluş anına ilişkin bir irade, hayattaki renginden farklı kendi öz rengi ile bir iradesi vardır şairin. Her kelime ölümünden sonra şairi için yeniden kaldırılır mezarından. Hiç bir zaman yeniden yaratılmasına rağmen dünya hayatındaki sesinden,renginden,başkasındalığından da tamamıyla kurtulamaz ama. Ancak ne kadar öncesi değilse o kadar kendisi olur kelime. İnsan gibi. Yara anlamını arapçada taşır kelime. İnsan gibi acısı vardır onun da. Bu acının yok olup gitmesi kendisinin mahvına sebeptir. O yüzden kelime insanın kendisi olduğu yani acıya palazlandığı yerde ve zamanda daha çok yaklaşır insana ya da kendisine. Bütün evren bir koparılmışlık taşır özünde. Kelime de insan gibi geç kalmış bir varlıktır. Kaçırılmıştır yetişilmesi gereken kendi mutluluk gezegeni insanın ve cümlesi her kelimenin. Bütün dünya ve insanlar ve kelimeler ve sesler ve renkler var oldukları havuzları ararlar yok olmak veya başka bir hayata yaratılmak için. Ney ses için havuz olur; şair kelime için;minyatür,resim,sinema renk için her an değişip her an bir başka kendisi olan havuz olurlar.
Her şiir ölü doğar. Her sanat eseri sanatçının gölgesinde kendisi olduktan veya kendisine benzedikten sonra ölür. Çünkü ilk ana,ilk mekana,ilk yaratıldığı kendine hiç bir şey asla kavuşamaz. Heraklitos’un aynı ırmağında iki defa yüzülemediği için değil. Her şeye rağmen ayrıldığı için bir şey kendinden dönene kadar araya zaman ve mekan girecektir. Zaten bir şeyin salt kendinde de kaldığı yadsınıyor artık kendi olanların dilinde. Bu dolayımda Sanatçı zamana ve mekana meydan okumasına rağmen kendisi çok evvelinde kendisiyle yeniktir aslında. O yüzden her sanat eseri ölü doğar. Ölümün gözü ile bakar kendisine gelene. Hayat taşıyan insan ölü olan bu varlıkla ilk temasında hemen çarpılır. Ölmeden önce ölümü yaşar her sanat eserinde. Bu şiirdeki,müzikteki,resim ve sinemadaki zaman ve mekanının sonunda ise uzun soluklu bir hiçlikten sonra kendisinde yeniden yaratılan bir şiir,bir müzik,bir resim ve bir sinema gözlerini açar ölümden. Kendi ölüsünden o kadar uzaktır ki bu; sizde hayata kavuştuğu için daha çok size benzemektedir. Ne kadar başkası olabilirse bir şiir o kadar sesimizi ve ritmimizi buluruz bu şiirde.
Her sanat sineması yönetmeni renkleri,sesleri,insan ve hayat şekillerini beyaz bir perdede öldürerek başlar eserini sanat kılmaya. Onların üzerindeki hayatın kokusunu zamanın,mekanını söküp atar üzerlerinden. Yeni bir form,kendi ölüsüne(sanatçının) yakın bir form vermeden önce onları öldürüp kendi ontolojik düzlemlerine veya ona yakın bir yere serer. Ardından kendisinde olan,başkası olmayan, bazen insan adına kendisi dahi olmayan fırçasıyla,suruyla,kalemiyle; ruhundan,ızdarabından,yalnızlığından kısacası kaybedip de kendisini kendisi kılan her ne varsa onların yaşayan varlığından bu berzahtaki ölülere üfler. Kendisini onlara katar kendisini kendisi kılanlarla. Bunu mümkün kılanlar yine şiirde olduğu gibi onda kalandan çok ondan gidenlerdir.
İran sineması kendi şiirindeki sesi ve ritmi her dönem yeni biçimlerde geliştirerek sürdürdü. Şiirin kelimeleri kulaklarında aruzun sesi bir kaç ömür boyu kaybolmuş,kendisini arayan insana sürekli bir yer gösterdi. Gidilen her yerin başka olduğunu söyleyip çoğu zaman gitmemeye dahi götürdüğü oldu. Modern hayatın insana ve doğal olarak kendisini tanımlamaya çalışan kelimelerine getirdiği yeni ritm/ritimsizlik şiirdeki ve diğer sanatlardaki ritmi değişime zorluyordu. Düzenli akışı ve sesi kalmamıştı hayatın ve doğallığında insanın. Zamana bağlı olarak da kendisinin kuşattığı her şeyin: kelimenin,mısranın,rengin, notanın vs. düzenli ritmini kırıp aksak da olsa bunlara yeni bir ritm/ritmsizlik kazandırdı. İlk olarak Nima Yusiç( Ali İsfendiyari) ardından Şehriyar,Sipihri ve sonrasında Füruğ Ferruhzad ile yeni şiir denilen şiir kendi ritmi ile kendi imgesini ve biçimini yaratmaya başladı. Aruz ise artık bazı geleneklerin halen yaşadığı hayatlarda ve insanlarda devam edegelen bir ritm olmaklığını koruyabilmişse de insan adına o da can cekişmektedir. Ancak öyle anlar geliyordu ki bu ritm ve imge bu öncesinde hiçlik barındıran müzik bu şiirin biçimini de zorluyordu. Bu köklü; dil,musiki,minyatür,şiir geleneği bulunan insanın kendisini;yalnızlığını,kaybettiklerini,kendisinde biriken ölüleri anlatmaya,söylemeye ne şiirin kelimeleri ne müziğin sesleri ne de minyatürün karşıtlığı ve bütünlüğü muktedir olamıyordu bazen . M.Mahmelbaf tarafından İran Sinemasının Nima Yusiç’i (modern iran şiirinin öncüsü) olarak adlandırılan yönetmen Şair Sohrab Şehidsales 1975’te ‘Cansız Tabiat’ filmiyle bu kaybedilmiş insanı yeniden bulma arayışına soyundu. Yönetmen Arbi Evensiyan bu insana tarihin çok uzağından ve öncesinden Antonionininkine benzer yalnızlığına ‘Çeşme’yi sundu. Ve ardından A.Kiyarostami ile insanı varoluş anına götüren hayatın çocukluğu sunuldu beyaz perdeye. Ondaki hiçlik barındırmasına rağmen umuda ve dostluğa götüren imgesine karşılık ne Orson Walles ne de Godard umud ve hiçlik arasında bir imge yaratamamışlardı. Daryus Mehrcui ile toplumsal sıkıntıları ve sonra daha çok kadının kendisi olmaya giden yolculuğunu italyan neorealistlerini ve Fellini’yi de geride bırakan düş şiiriyle izledi tüm bir insan. Sonra Mahmelbaf filmlerinde hayatın birer zıtlıklar yumağı olan şiirini yeni sinemanın diliyle okudu bize. Onda körün gördüğü,sağırın işittiği; her zaman karşıt insandakine göre daha çoktur. Gabbe’si bir renk gazeli, Sükut’u bir haykırıştır görülene. E.Nadiri koşmanın şiirindeki bitmeyen ideallerin zamanın kıyısında nasıl eridiklerini ‘koşucu’ filmiyle yeni şiirin renklerini kullanarak söyletti bize. ‘su,rüzgar,toprak’ ı insana ve taa ilk yaratıldığından beri insanın ateşine sundu. İ. Hatemikiya düşte gerçeği gerçekte düşü yaşatan imgeleriyle düş gerçek ayrımını kaldırdı insanların sokakta yaşadıkları uykudan. Sanatçı tarafından ölü olarak ortaya konan her sinema seyircisi tarafından yeniden yaratıldı. Topluca okunan bir şiir oldu sinema. Kelime elbisesi renklerin ritme ve imgeye yuva olmasıyla tabi ki hayatın uzağına atılmadı. İnsan konuşabildiği,konuşmak zorunda olduğu sürece de bizi terketmezdi kelime. Bizimle,acılarımız ve yokluklarımızla kaim olurdu,yaratılırdı her kelime. Öyle ki kelime iran sinemasında kendisine yeni renkler yeni yükler seçerek insanın o en eski şiirini okumaya devam eder. Kendine doğru olan yolculuğun şiiri bazen yüksek ses,bazen soluk renk veya renksizlikle okunmaya devam eder. Aşkın Portresi’inde Şehriyar-ı Porsipor aşkın şiirini nakkaşın fırçasıyla çizer beyaz perdeye.
30 yıllık süreçte bütün dünya, sinema sayesinde bu evrensel şiirin sesini afakta ve enfusta dinleme imkanına sahip oldu. Şiirin dile bağımlılığı sonucu sadece o dilin insanına bir var oluş yolu çizilebiliyorken iran sineması şiirine evrensel bir dil vererek kendi insan olmaklığından yola çıkarak bütün bir yeryüzü insanına tarihin ve zamanın hiç söylemediği,söylemek istemeyeceği kendi varoluş inşasının yolunu renklerin şairlerinin diliyle gösterdi. Bir düşün kıyısından içimize düşen kelimenin resmini,sesini, kendisi olan bütün bir hayatını uyanıkken ölü hayatımızla ona yeniden can vermeyle biz insanın kendisine can vermiş oluyoruz. Kendisini ölü bir hayattan,şiirden,müzikten ve en sonda sinemadan yaratabilen insan kendi adına mutlu olmayı hak etmiştir.
-Faysal Soysal-