TÜRK SİNEMASI NEREDEN KOPAR?

I. Dünya Savaşı ile Osmanlı dâhil merkezî imparatorluklar yıkılmaya, bölünüp parçalanmaya yüz tuttu. Tıpkı büyük devletler gibi diller, kültürler, sanatlar da parçalara ayrıldı. Yine de dünya hâkimi olma hırsı bazı devletlerin en büyük rüyası olmaya devam etti. Lakin zaman ve mekan her şeyin formunu değiştirdiği için hâkim güçler bunu eski yollarla başaramayacaklarını anladılar ve farklı yöntemlere başvurmak zorunda kaldılar. Bu anlamda kimi devletler siyasi anlamda zayıf konumda olmalarına rağmen dilleri ve kültürleri ile uzun süre diğer ülkelerin sanatları ve edebiyatları üzerinde ciddi tesirde bulundu. Bunların başını, şiir ve edebiyat akımlarındaki öncülüğü ile Fransa, resimdeki güçlü örnekleri ile de İtalya çekti.

Daha yenilerde ömrü bir asrı bulmuş olan ve -tıpkı devletler gibi- diğer sanatlar üzerinde tahakküm kurmaya çalışan “Sinema” da, uzun süre iki dünya hâkimi süper güç olan ABD ve Rusya’nın en etkili kültürel hatta yer yer siyasi silahı oldu. Öyle ki uzun süre ekonomileri bu sanata yetmeyen diğer küçük devletçikler; İtalya ve Fransa dâhil, bu devletlerin kültür silahına kimi zaman büyülü gözlerle, kimi zaman küçümseyici tavırlarla, kimi zaman da özenti sonucu taklit örnekleri ile bakabildiler. Peki sonuç? Her ne kadar gönül rahatsızlığı ile birilerinin dünya hâkimiyetine kavuştuklarını söyleyebiliyorsak da sinemanın halihazırda bütün sanatların hâkimiyetini elinde bulundurduğunu söylemek mümkün değil. Bunun da sebebi sinemanın milli ve kültürel bir değer olmakla kalmayıp kendi öz kaynaklarından koparak daha büyük bir konuma; ‘sanat’ değerine yükselmesi. Zira sinema daha önce benzeri olmayan bir form ve muhteva ile herhangi bir insanlık durumunu başka bir dile ya da sanat formuna dönüştürülemeyecek şekilde biricik olarak var etmeyi başarabildi. Böylece sinema diğer sanatların toplamı değil de kendi başına yeni bir sanat olma yolunda ilerleyerek farklı milletler için de yeni bir dil ve yaratım imkanı haline geldi.
Bu yeni sanat her ne kadar dışarıdan diğer sanatların özelliklerini taşıyor görünse de aslında bazı noktalarda onların da ötesine geçerek bir teveccüh kazanabildi. Bundan sonra onu diğer sanatların yedeğinde göremeyeceğimiz gibi, diğer sanatları da sinemanın tahakkümü altında addetmek büyük bir saflık ve işgüzarlık olur. Hiçbir sanat; içinde yeşerdiği kültürün, ahlakın, hayat görüşünün, tarihî estetik zevkin oluşturduğu dilden başka bir dile, hatta kendi var olduğu parçalardan birini dahi hakkıyla çevrilemez. Bu yönüyle her sanat nevi şahsına ve de var olduğu millete münhasırdır. Yalnızca sinemanın modern zamanlarda meydana gelen bir sanat olması ve sahip olduğu kaynak ve imkanların çeşitliliği sonucu; dağıtma, kopma, ayırma, yalnızlaştırma etkilerini bazen diğer sanatlardan daha derin gösterebiliyor olması da şaşırtıcı değildir.

Her ne kadar sinema genel, bütüncül, evrensel bir sanat olma gayretiyle yola çıksa da aslında her sanat gibi o da ayrı dillerin, kültürlerin, dolayısıyla milletlerin öz değerlerinden neşet eder. Fransız, İtalyan, İran, Amerikan, Lehistan Sineması dediğimizde, doğrudan bir milletin sinemasından söz ederiz. Şekilsel olarak bazı evrensel özellikler onun bu durumunu değiştirmez. Çünkü özde olan ve temelde milli sinema mefhumu geliştikçe formu da etkileyen güç, o sinemanın kültürel, dilsel dinamiklerini oluşturan kendi şiir, resim, tiyatro, minyatür, müzik gibi sanatlarıdır. Örneğin İran edebiyatından bağımsız bir İran sineması düşünülemez. İran edebiyatı, çok tabii İran’ın diğer farklı kültü-sanat özellikleriyle bu sinemayı milli bir sinema haline getirmiştir. Yine Avrupa sinemasının İspanyol, İtalyan modern resim akımları, Fransız şiir ve edebiyat akımları ve Alman felsefi akımlarının temeli üzerine şekillendiğini söyleyebiliriz. Her ülkede hangi sanat akımı daha ağırsa o ülke sineması o akım ve değer üzerinde kendini var eder. Örneğin ilk dönem Fransız İzlenimci Sineması, izlenimci ressamların etkisinde iken, Yeni Dalga ile birlikte tamamıyla modern Fransız şiirinin mısraları hem kamera hem de kurgu ritmini belirlemeye başladı. Fransız sineması Fransız şiirinin yarattığı gelenekten beslenip daha sonra ordan koparak yeni bir ayrım ve arafta bütün modern insanlığın “kendiliği”ne yeni bir tanım ve değer kazandırdı.

Türk Sineması için bir çıkarımda bulunmak gerekecekse; son dönemde ortaya çıkan bazı güzel film örnekleri haricinde henüz milletinin kültürüne, sanatına, hayat anlayışına, estetik zevkine uygun bir sinemanın varlığından söz etmek için erken. Bunun da sebebi, bu ülkede sinemanın -genel anlamda- var olmaya başladığı ilk gelişim fazında kalarak ilkel bir şekilde varlığını sürdürmesidir. O hep bütünleştirme, ne olursa olsun her şeyi bir araya getirme, teşhir etme, alaya alma çabasına soyunmuş; ayrım koyma, kopma, farklılaştırma evresine hâlâ geçememiştir. Ne zamanki o da diğer ülke sinemaları gibi kendi milli, kültürel değerlerinin ve zevklerinin yaşadığı bir sanat üzerine temel kurar ve sonra vereceği örneklerle onun da renklerini taşıyarak kendine ait bir sesle koparsa; diğer ülke sinemalarının yerini, bulundukları hale içerisinde değiştirirse; işte o zaman, dünya sinema geleneği içerisinde bu ülke sinemasından söz etmek mümkün olur. Bu da şüphesiz ki siyasi çatışmalar sonucu hiçe sayılan bütün kültürel, dilsel, tarihsel, sanatsal değerlerin çökmesine rağmen milletin kalbinden koparılamayan “Şiir” sanatı ile olacaktır. Türk sineması ancak ve ancak her asır ve dönemdeki buhran ve hüzünleri “insan kalma” adına tanımlayan, onları kendindeki değerlerle dönüştüren Türk şiirinden -bir kelimenin dilden koparak şiirde kendini yeniden var kılması gibi- kopabilerek, kendini var kılacak bir gramere ve dolayısıyla dile sahip olabilir. Başka ülkelerin sinemalarına benzeyerek onlara eklemlenen bir sinema, kendi milletinin gürbüz omuzlarından atılması gereken süslü bir smokindir.

Not: Bu yazı Anlayış Dergisinin Ağustos 2009 sayısında “Türk sineması’nın yolu ‘Türk şiiri’nden geçiyor” adıyla yayınlanmıştır.

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir