İnsanoğlunun bütün çabasını ‘daha uzun yaşamak’, ya da zaman’da kalabilmek, silinip gitmemek, unutulmamak gibi amaçlar doğrultusunda tanımlayabilir miyiz? Hiç şüphesiz böyle bir sorunun cevabını gönül rahatlığı ile bu kadar kısa yoldan vermek mümkün gözükmüyor. Ancak söz konusu ‘Sanat’ olduğunda gerek Gombrich’in ‘Sanat’ın öyküsü’ kitabının mukaddimesini gerek Malroux’un ‘Ölüme direnen yalnız Sanat’tır.’ çözümlemesini ve bunlara ek olarak Tarkovski’nin ‘Mühürlenmiş Zaman’ kitabında japonların ‘Saba’ yani ‘Pas’ dedikleri zamana direnen ve zamanı hapseden nesneyi hatırlarsak ‘Sanat’ın insandan fazlasıyla böyle bir hedefinin olduğunu söylemek mümkün. Gilles Deleuze, Sinemanın; zamanı yakalama eylemini hareket-süre blokları, Resmin; çizgi-renk blokları şeklinde gerçekleştirdiğini bize aktarır. İnsanoğlu alışan ve bağlanan bir varlıktır. Öyle ki en kötü olarak eleştirdiği dünyaya, insana, doğaya, kente hatta bir an önce bitirmek istediği zamana bile alışır ve bağlanır. Her kopuş onda yeni sancılara ve sürekli dönülmek istenen anılara gebe bırakır. İnsanın varlığını bir yerde hissetmesi için orda ölmesi gerekir. Ölmek sadece fiziki ya da biyolojik bir olay değildir. Ölmek ya da ölümlenmek, zamanın eline bir daha asla geri alınamayacak bir değerin kaptırılmasıdır.
Varoluşu ana rahminden kopma ile başlayan insanoğlu hayatının geri kalanını bir emniyet alanı bulmaya çalışarak sürdürür. Orası her neresi ise oradan ve o zamandan kopmamak için elinden geleni yapar. Yaşam sürecinde bu yüzden sürekli kaybettiklerimiz bizim için elde olandan daha değerli ola gelmiştir. Çünkü onları zamanın eline kaptırmışızdır ve bunların bir tekini bili ondan geri almak mümkün değildir. Hayatını ortaya koysa bile hiç kimse şu anki halini, varlığını bir saniye sonraya aynı şekilde koruyamamaktadır. O yüzden insan rüyalarından nasibini kestikten sonra ilk defa fotoğraf ve sonra sinema ile ölüme ve zamana meydan okuma cüretinde bulunmuştur. Bir çerçeve içindeki zamanın bir o tarafa bir bu tarafa kaçmaya çalışıyor olmasını izlemek, bize o anı ve mekanı yeniden yaşama fırsatını verdiği için insanoğlunun kendi tarihi sürecinde en büyük hazzı haline gelir. Birikmiş filmler, birikmiş hayatlar, tecrübeler, öğretiler daha fazlası dokunulamazsa bile birikmiş eski zamanlar sunduğu için insana büyük bir hazine haline gelir.
Zamanın dokunduğu nesneler neden bizim için daha değerlidir? Gün yüzüne çıkıp da zaman dokundukça ruhlarına; o nesneler, varlıklar yavaş yavaş bize benzemeye başlarlar. Ölüm bir şekilde gizlice yerleşir içlerine. Onların da bizim gibi ölümlü olduklarını bilmek bizim onlara duyduğumuz iştiyak, arzu, gıpta duygularımızı yerle bir eder. Bize yeni bir emniyet alanı açar. Tanrı nezdinde herkesi ve her şeyi eşit ve fani kılan bu duruma zaman sebep olduğu için aslında bir şekilde ona mahviyane de olsa minnettarız. Yeryüzündeki en varlıklı kişi olan Süleyman’ın yüzüğünün içerisinde herşeyin geçici olduğunun yazılması, Kutsal kitaplarda bu dünya hayatı ile ilgili verilen örneklerdeki geçicilik ve fanilik yakıştırması bu anlamıyla manidardır. Bütün hayatımızı göz önüne aldığımızda varlıktaki ‘güzel’ olanın, ‘mutluluğun’ sürekli olduğu toplam saatlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Daha cesurca söylemek gerekirse, güzellik ve mutluluk; bunları ortaya çıkaran müsebbibleri(bunlar her ne ise) ancak zaman esir alıp bizden uzaklaştırdığında(fiziki ya da metafizik) meydana çıkan hallerdir. Güzel olan kaybedilendir. Yani an be an yaşlanandır. Bu durumun insanın kendi gerçekliği ve yaşlanabiliyor olması göz önüne alındığında, en sahici bir şekilde ortaya konulduğu sanat alanı ‘şiir’dir. Şiirin kaybedilen zamanı sinemadan, fotoğraftan farklı olarak kelimenin ve insanın bütün tarihiyle birlikte zamanımıza yeniden vurması onu sanatların şahı kılmıştır. Masallar, efsaneler, klasik ve modern şiir nesnenin temsilini değil de ilk var olduğu hali ile ‘kendisini’ bile bu zamana getirme ve insanoğlunun yalan ve zulüm üzerinde yaşadığı dünyada çektiği acıya tanık kılma kudretindedir.
Sürekli aynı kalan ya da zamanın değiştiremediği hiç bir şey aslında güzel değildir. Varsa böyle bir şey o ancak Mutlaktır. Din ve Felsefe insanın bu zaman ve mekanda geçireceği süreyi nasıl değerlendireceğine ilişkin çözümler sunmaya çalışır. Oysaki Sanat iletişim ya da bilimdeki işlevsellik boyutu ile böyle bir amaç için yardımına başvurulacak bir kurtarıcı özelliği taşımaz. Sanat, insanın içine bu mekan ve zamana nasıl direneceği duygusunu yerleştirir. Sanatçı bu direnme noktasında kavganın ortasındadır. O kalıcı bir eser ortaya koyabilmek için adeta zamana meydan okur. Kimileri belki ölüm korkusu ile, kimileri de onun yüzünü görmenin hasreti ile sürekli direnir. Bazen Pessoa öncesi şairler gibi geçmişçi bazen İtalyan ressamları gibi gelecekçi (Futurist) olur. Şair, duyarlılığı ile zamanın kelimeler üzerine yığdığı anlamları, kirleri, güzellikleri, bütün yükleri güçlü nefesi ile dağıtır ve onları insanın kendiliğine benzeterek yeniden var eder. Ressam ve yönetmen benzer bir arayış ve direnme hissi ile aynı şeyi renkler ve hareketler üzerinde dener. Bütün bunlarda her ne kadar zamanın esaretinden kurtulmak hedeflense de aslında ortaya çıkan her nesne yine şu anki zamana ait bir şey olur. Sonuçta zaman, eser üzerine özellikle biçimin ince kıvrımlarına saklanarak damgasını yine vurmaktadır. Lakin ortada bir fark var. Sanatçının bedenine yerleşen bu eserin tutsak aldığı ya da eseri tutsak alan bu yeni zaman bir biçim olarak gelecek zamanlara meydan okuyacaktır. Onların hayat ve insan acısı üstündeki geçiş hızını amaca bağlı olarak ya yavaşlatacak ya da hızlandıracaktır.
Peki gaye nedir? Gaye; insanoğlunun varoluştan itibaren sanat ya da başka araçlarla zamana ve ölüme direnme güdüsüne zemin teşkil eden onun ‘acı çeken tarafını’ en azından daha büyük zamanlar bitiren İsrafil’in suru üflenmeden tatmin etmek. Kaybettiğinin (her ne ise) acısını hafifletmek.
Gelelim bu kadar nimetleri ya da gazapları üzerinde son dönemlerde tartışılan ahiret aleminin zaman anlayışına. Yunus ‘bana seni gerek seni’ ya da ‘ne varlığa sevinirim/ne yokluğa yerinirim’ derken bize şiirin yukarıdaki hususiyetlerinin yanında bir de ahlaki bir duruşu hatırlatır. Ancak Kur’an-ı Kerim bir şiir değil bir hayat klavuzudur. Ondaki söyleyiş bütün insanları hedef alırken şiirdeki söyleyiş zati olduğu için daha çok benzer kaybı ve acısı olan insanı tatmin eder. ‘Cennet’ tam olarak; fıkıhçıların yorumuyla dünya nimetlerinden yoksunlaşmanın karşılığı olarak şehvetlerinin ve boğaz zevklerinin doyurulacağı bir yer değildir. Kutsal kitabın sadece böyle yorumladığını söylemek kitaba iftiradır. Esas olan insanın kendi yaptıklarına karşılık olarak aldığı her ne ise bir kenarda ama fazlası Tanrı’nın ondan onun Tanrı’dan hoşnut kalmasıdır. Yine aynı şekilde Cehennem de bu dünyada bir şekilde varlığın fazlasıyla donanıp bunu bir zulm sebebi olarak kullanan insanların ve şu anda ise sadece bunun yoksunluğu ile cezalandırılacakları bir yer değildir. Yüzlerin kara, vicdanların pişmanlık içinde utanç duyması daha merkezde olan bir durumdur. Orda sonsuz bir bilinç ve kavrayış vardır. Zaman kimseyi yanıltacak güçte değildir artık. Cennet yeryüzündeki acılara karşı bir şekilde direnen ama buna sanatla dahi çözüm bulamayanların huzura kavuşacağı bir yer. Zira burda insanlar yaşıttır, serinlik ya da sıcaklık yoktur, şehvetin ya da karın zevklerinin bir sınırı daha doğrusu anlamı yoktur. Tanrının cemalini görmek en büyük zevk ve huzurdur. Cehennem ise bundan yoksun kalmanın adı. Doymak ve dolmak bilmeyen azap ve ateşler içinde sonsuz bir çukur. Arkası gelmeyecek şekilde günahkarın azap içinde yanıp kül olması sonra yeniden diriltilip bunun sonsuza kadar tekrarlanması. Ya çok sıcak ya çok soğuk bir havanın zaman yerine varlığı kuşatması. Zaman burda yoktur. Şair nefesi de. Zaman hiç bir şeye dokunup onu öldüremez artık. Daha doğrusu şaire ve sanata konu olacak şekilde hiç bir çirkin şeyi artık güzelleştiremez. Mutluluk o yüzden; utanç o yüzden burda mutlaktır.
Tarkvoski’nin Andre Rublov filminde şöyle bir diyalog geçer:
‘Stavrogin:
…Kıyamette Melek bundan böyle zamanın olmayacağını ilan eder.
Krillov:
Biliyorum. Orada bu, yoruma yer bıraktırmayacak açıklıkta yer almış. Bütün insanlar mutluluğa kavuştuğunda da ortadan kalkacak, çünkü artık gerekmeyecek…’
Zaman nereye mi kovulmuştur? İnsanın hesabının kaldığı bu dünyada İsrafil’in surunun ritimlerine haps olup müziğe dönüşmüştür. İlk var oluştaki yerine geri dönmüştür yani. Onu bir şiirin ritminde ya da arka arkaya gelen sinema karelerinin ruhunda ara sıra da olsa işitmiyor musunuz?