İlki savaşın hemen bitiminde 1994 yılında gerçekleştirilen ve benim ilk defa 2005 yılında katıldığım Saraybosna film festivali o sene izlediğim güzel filmler sayesinde bende bir efsane festival izlenimi bırakmıştı. Bu yüzden her fırsatı değerlendirip her sene gitmeye devam ettim. Başta balkan ülkelerinden seçilen güzel filmleriyle; birbirine yakın kapalı, açık, tır şeklinde gezici sinema salonlarıyla; farklı ülkelerden gelen basın mensuplarını, yönetmenleri, eleştirmenleri, sanatçıları bir araya getirip tanıştırabilme toplantılarıyla; sıcak, samimi, çoğu gönüllü öğrencilerden oluşan festival personeliyle; Avrupa’da yapılan birçok festilvalle karşılaştırıldığına artısı bulunan bu festivalin her günü estetik ve kalite anlamında doyurucuydu. Bosna’nın Kustarica’sı Benjamin Filipo’yu(malesef bir kaç yıl önce vefat etti), intihara ahlaki ve sorumluluk bilinci ile yaklaşan ‘Fallen’ Fred Kelemeni, doğu mistisizmi ile karışık Godaryen kısa filmi ile Makedon Dorijan Ahmed’i, Kosova’ın önemli filmi ‘Kukumi’ yi ve yönetmenlerini şu an hatırlayamadığım daha bir çok Yunan, Makedon, Boşnak, Macar filmini zevkle izlediğimi hatırlıyorum.
O günden bu güne gelindiğinde her geçen yıl Festival hem finansal hem de estetik ve kalite anlamında güç kaybetti. Bu belki de sadece Saraybosna Festivali ile ilgili değildi. 90’ların sonlarına doğru gerek sanatseverlerin gerekse de sponsorların ilgi odağı haline gelen Festivaller geçtiğimiz bir kaç yıl içinde aynı cazibe merkezini koruyamadı. Bunun en büyük sebeplerinden biri; doğru, kaliteli, estetik filmlerin artık yapılamıyor oluşu ve haliyle tekrarın seyirciyi ve sinema sektörünü sıradanlaştırmasıdır. Tabii finansal politikaların ve bir kaç yıldır vukubulan ekonomik krizler bu kısırdöngünün ana sebeplerinin başında geliyorsa da daha derinde çok ciddi anlamda insanın kendi hayali ve rüyası ile bağlantısının kopması; modernliğin, lüksün, teknolojinin, kapitalizmin, yozlaşan kadın bedeninin insanın sanata açık temiz ruhunu fücurla örtmesi daha büyük bir sorun teşkil etmektedir. Sahih anlamında insanın gerçekleğini; sahtecilikten, batıldan, riyadan, şirkten, boş hülyalardan ayıran şiirin yanıbaşımızda olmayışı bizlere emniyetsiz bir alan bırakmaktadır. Dinin ve ahlakın da şiir gibi yukarıdaki fücurlar sebebiyle kendisinden beklenen hakikati insan hayatına yansıtamıyor oluşu, ortaya çıkan sanat eserlerinin de bunların faydasından yoksun kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Zaten modern dönemde farklı ayrım ve tanımlamaları olmasına karşılık gerek şiir gerekse de din ya da ahlak kayıp insanın arayışında elimizde kalan en büyük iki güçtür. Haliyle bunlar doğru tanımlanmadığında bu iki alan aynı şekilde gereksiz, işlevsiz, lakırdı haline de gelebilir…
15.si gerçekleştirilen festivalde bir kaç küçük örneği saymazsak dişe dokunur pek fazla film izleyemedim. Sinema tekniklerinin, biçimlerinin, mizansenlerinin zayıflıkları bir yana seçilen muhtevaların da bir kaç yıldır takip ettiğim kadarıyla dozajı aşacak şekilde cinsellik özellikle de eşcinsellik kısır döngüsü üzerine olması rahatsız ediciydi. Çünkü ortaya bir problem atılıyor gibi gözükse de bunun çözümüne dair bir işaret olmadığı gibi bu filmler sayesinde problem daha da derinleşiyor. Bu yönüyle sinema sanatının her ne konu olursa olsun sadece belirli bir muhteva çerçevesinde, ister bu cinsellik, azınlık, ırkçılık hatta din teması olsun, hapsedilmesi, sanat eserinin hakikatine, zamanlara kalma, haliyle külli özelliğine gölge düşürür. Sanat eserinin zamanla ilişkisini doğrudan sağlayan biçimini, tekniğini hiç bir zaman atlamamak gerekir. Sunduğunuz içecek çok değerli ve lezzetli olabilir ama bunu doğru zarfla sunmadığınız vakit amacına ulaşmaz. O yüzden benim kanaatim bu tür konuların esas tartışma alanı ‘Belgesel Sinema’dır. Kurmacanın insan hayalinde yapacağı etki tamamiyle ‘sanat merkezli’ olarak düşünülmeli. Ancak bu şekilde, ortaya çıkan yan anlamlar, yan faydalar da zamanlara kalacak şekilde başka insanlara da sağlar hale gelir. Tarkovski’nin ‘Andre Rublov’ filmi tarihi film olması ile değil tarihi yeniden yorumlayan, hatta bırakın tarihi günümüz dini inancını yorumlayan bir sanat eseri olması ile zamanlar aşmıştır. Tarih okumak isteyen, bilgi sahibi olmak isteyen, belgeler, vesikalar arasına gömülüp orda kaybolma fırsatına her zaman sahiptir. Ama ordan çıkışı sadece sanatçı gösterebilir, positif ve akademik bilgi insanın rüyasını ve yaşamla kurduğu duygusal ilişkiyi kaybettiği yerde malesef faydasız kalmıştır.
Festival kapsamında gösterilen kısa filmlerin kalitesi kurmaca filmlere göre çok daha iyi olduğu için festivalin güzelliklerine onlardan bahsetmekle başlayayım.
Daha evvelden ‘Şafak’(Dawn) filmi ile Cannes’dan ve çeşitli festivallerden en iyi kısa film ödülü alan Macar Balint Kenyeres ‘Havacılık Tarihi’ adlı kısa filmi ile ilk filmine benzer sekans planlar ve eşsiz mizanseni ile övgüyü hak etti. Yine Macar yapımı yarı kurmaca yarı animasyon ‘Anne’(Mama) filmi 10 dk’lık tek plan olma özelliği ile hem teknik hem de muhteva olarak eşsiz bir kısa filmdi. Konu olarak sadece bir annenin çamaşır asmasını ele alıyordu ama öyle bir biçimdeki çamaşır ipi her çekildiğinde arkadaki şehir görüntüsü de birlikte kayıyordu. Son çamaşırı herkes merak eder hale geliyordu. Beyazlar içinde kırmızımsı bir bebek tulumu…Yine Bulgaristan’dan ‘Yumurta’(Omelette), Bosna’dan ‘Harabe’(Ruin) Portekiz’den ‘Arena’, Fransa’dan ‘Hayata ağlıyordum’, İzlanda’dan ‘çivi’ adlı kısa filmler dikkati çeken güzel filmlere örnek gösterilebilir. Uzun metraj yarışma filmleri içerisinde iyi denilebilecek 3 film vardı. Sırp Filmi ‘Sıradan insanlar’ ki festivalin en iyi film ödülünü aldı. Işıl Aksoy’un oynadığı Bulgar Film ‘Doğu hikayeleri’ ve ‘Slovenyalı Kız’ diğer orta kalitedeki filmler arasındaydı. İstanbul film festivalinden En iyi film ödülünü alan ‘köprüdekiler’ ben dahil bir çok kişinin tahammül edemeden dışarı çıktığı ve kötü eleştiri alan bir filmdi. Açık havada gösterilen filmlerden iki tanesi çok naif ve teknik olarak da başarılıydılar. Bunlardan biri Berlin Film Festivalinde ‘Gümüş Ayı’ ödülü alan Arjantin asıllı Andrien Biniez’in ‘Gigante’ filmi ve diğeri Oliver Hirschbiegel’in ‘Cennetten 5 dakika’ adlı filmiydi. Panorama bölümünde postmodern yaklaşımlar ve nostaljia duygusuna ait önemli işaretler taşıyan Kazak yapımı ‘Yerli Rakkas’ ve Rus yapımı ‘Morfin’ filmlerinin yanında Meksikan minimalizminin ekzistansiyalist yorumu olarak birçok festivalde ödüller alan Enrique Rivero’nun ‘Parque Via’ filmi Festivalin diğer güzel filmlerindendi. Gerek Lars Von Trier’in ‘Antichrist’’inin gerekse de Michael Haneke’nin ‘Beyaz Kurdele’ filmlerinin eski filmlerine nazaran şahane olmadıklarını hatırlatmakta da yarar var.