İRAN SİNEMASINDA KENDİNDEN KAÇAN VE KENDİNE YÖNELEN GÖZLER

Nisan 2009

Bu yılki İstanbul film festivalinde özel denebilecek filmler vardı. Ancak herhalde çok az kişinin alınyazısına filmin yarısında dışarı çıkmak isterken kapıların kapalı olması sebebiyle oturup zorla işkence görmek yazılmıştır. Hele de bu durum özellikle de bu insanın en çok sevdiği ülke sinemasına ait bir filmse olay daha da trajikleşir. Öyle ki bir insanın elinden haksızlıkla bir şeyi gaspedersiniz, bir adamı yaralarsınız, incitirsiniz, söversiniz vs bunlar gerçekten muhatabı çıldırtacak derecelere de çıkabilir. Öfkelenir, acı çeker. Oysa bir insan bir sanat eseri karşısında zevk, deha, parıltı, değişim gibi semptomlar yerine yukarıdakine benzer bir çılgınlık ve öfkeden delirme hali yaşıyorsa bu insan ya Otomatik Portakal filmindeki Alex’tir ya da bu sanat eseri örneği sanat eseri olmaya adaylık dışında her türlü rezalete hizmet ediyor demektir.

Hangi insan bir müziği dinlerken işkence görür sorusuna çeşitli cevaplar verilebilir? En basitinden bu kişi müzikten anlamayan bir insan olabilir ya da eser çok kötü icra edilmiş, fena halde zevksiz bir tür olabilir…Sonuçta bunlar yine de bir derece katlanılabilecek durumlardır. Ancak müzikteki zevk ve deha eşiği belirli bir seviyenin üstünde olan bir müzisyen ya da dinleyici kadar hiç kimse kötü -ya da kötü az kalır- müziği diri diri öldürmeyi deneyen bir eser karşısında bu derecede şiddetli işkence çekemez. Garip olan ise aslında bu derecede eser verebilmenin de o kadar kolay olmadığı ve aslında özel yetenek gerektirdiğidir. İşte Samira Makhmelbaf bu özel yeteneklerden bir tanesi. Daha ilk uzun metraj filmi olan ve Cannes’da jüri özel ödülüne layık görülen ‘Elma’ filmi ile özel bir başarı ile gerçekçi olmaktan beri durarak, kendi köylüsünü hakir gören daha kötüsü hiç bir babanın kızına yapamayacağı bir işkenceyi genelleştirerek hem de hiç bir estetik biçim kale alınmadan ve şımarıkça adına da sinema diyerek yabancı oryantalistleri nasıl büyülediğini hatırlayın. Ardından ‘Kara Tahta’ ile en azından form düzeyinde bir çizgi yakalamaya yaklaşmış ancak ondan ziyade yine senaryodaki fakirlik, feministlik, humanistlik silahı ile bu ülkeyi ve insanlarını tanımayan Avrupalıları avlamayı bir daha başarmıştı. Ve ‘İki Bacaklı At’ normal şartlarda çok insani bir yerden hareketle babasının izinden gidebilecekken gelin görün ki modernizmin rezaletinden henüz yeteri derecede çok şükür nasiplenmemiş fakir, özürlü, aç, yaralı Afgan halkı nasıl onun gözünde hiç bir insana yakışmayacak şekilde kendi hemcinsine hayvanlık muamelesi yapabiliyor. Sadece bir sahnesinden bahsedeyim size kafi; Özürlü çocuğa günde 1 dolar karşılığında at görevini görmek için kiralanan çocuk, onun tuvaletine, temizliğine, yarış atı olmasına, kendi sevgilisi ile para karşılığı beraber olmasına varan hizmetlerde bulunması yeterli değildir. Sahibi olan özürlü zengin Afgan çocuk onu arkadaşlarına at olarak kiralıyor, semer vuruyor, saman yediriyor dahasına bakın çizmelerine çivi ile nal çakılıyor ve bütün afgan çocukları bırakın buna seyirci kalmayı yardımda bile bulunuyorlar… yetmediği gibi Samira abla montajda en ilkel bir yöntem olan Ayzeneshtayn’ın ‘Grev’(1925) filminde kullandığı ‘Benzeştirme’ yöntemini kullanarak filmini estetik bir forma büründürmeye çalışarak seyirciyi ve doğu karşısında kendini sürekli haklı gören Batı insanını avlamaya çalışıyor. Güya bu hayvanlaşmaya başlayan iki ayaklı insan yeni doğan bir at yavrusu gibi dünyaya sahipsiz bir şekilde atılmıştır. Bu iki ayaklı mahlukun olduğu her sahnede seyirciyi aptal yerine koymak için bir de kenarda katırı, atı, eşeği de birlikte göstermekten daha kolay bir yol var mıdır,bilmiyorum. Bu festivallerden ödül alabilme yöntemleri aslında sadece Samira’nın kafa yorduğu bir durum değildir. O bunun belki de artık son kertesi olduğu için eline gözüne bulaştırıyor ve fazla aşikar kılıyor hedefini. Bundan önce örneğin Ebul Fazl jalili, bazı Kürt yönetmenler bu yöntemlerin bir çoğunu denediler. Doğrusu uzun bir süre İran Sineması adına başarı hanesini de doldurdular. Sonuçta Avrupa seyircisinin, bir İran sineması hayranı olmama rağmen kapılar kapalı olduğu için dışarı çıkamayarak nerdeyse filmin sonuna kadar işkence görmek zorunda kalan benden şanslı ve akıllı olmalarını umuyorum.

Gelelim bunun karşısında, Sinemayı kendi kültür ve edebiyat mirası ile yeniden yorumlayarak azımsanmayacak bir şekilde sinemadaki dramatürjiyi ya da modern anlamıyla ‘story’(hikaye) mantığını kırarak onu manzumlaştıran, şiirleştiren bir yapı örneği olarak Abbas Kiarostami’nin ‘Şirin’ filmi var. Nedir ‘Şirin’ filmi? Aslında Nizami Gencevi’nin ‘Hüsrev ve Şirin’ şiirinin görsel şekli falan yakıştırmalarını atın bi kenara. Bunlar safsata. Zaten o kadar akıllı ve sanat ruhu yükselmiş olan Kiarostami bunu başaramayacağını ve hatta kimsenin böyle bir şeyi başaramayacağını akletmiş birisi. Perdede sadece gördüğümüz İran Sinemasının en ünlü ve başarılı kadın oyuncuları, oturmuşlar sinema koltuğuna bizim görmeye çalıştığımız bir şeyi görmeye çalışıyorlar. Aslında hem onlar hem biz aynı acizlikteyiz. Ne onlar Hüsrev ve Şirin’inin filmini izliyorlar ne biz? Çünkü yok öyle bir film. Ama hem onlar hem de biz Gencevi’nin şiirini dinleyerek ‘sanki’ onu izliyormuş hissi ile karşılıklı Şirin’in kaderine, Ferhad’ın ve kendimizin aşk acısına, Hüsrev’in siyasete kurban giden trajik sonuna ağlamaktayız. Buradaki sanki tamamiyle ‘sinema’yı tanımlayan bir sankidir…Kiarostami’nin başardığı sadece bu değildir. Hiç bir israf yapmadan en ucuz şekilde, hiç bir ajitasyona, göz boyamaya, duygusal atmosfer yaratmak için müziği bağırtmaya gitmemesinin yanında İran ve doğu kültürüne ait çok önemli ipuçlar da veriyor. Perdede gördüğümüz izleyicilerin çoğu kadın. Daha doğrusu yüzlerini net olarak gördüğümüz;sevinen ağlayan, yüzündeki ifadeyi okuyabildiğimiz yegane varlıklar kadınlar…çok az sayıdaki erkek sürekli arka planda, yüzleri ve mimikleri seçilemeyecek niteliktedir. İlginç olan başka bir durum da bu kadınların çoğunun yalnız –single- olması. Kiarostami’nin bunu böyle seçmesinin tek sebebi hikayenin daha doğrusu Gencevi’nin nazım şiirinin merkezinde yalnız bir kadın olarak ‘Şirin’ in yer alması değildir. Onun nazarında ve kültüründe Kadın gerçek hayatta da erkeğe göre aşkta daha sadık, kararlı ve fazlasıyla acı çekendir. O yüzden onlar bir adım önde ve olay-şiir karşısında da tepkilerini ağlayarak, gülümseyerek, düşüncelere dalarak en önce gösterebilen varlıklardır. Nitekim filmin sonunda da Şirin’nin ağzından duyduğumuz ‘işte kız kardeşlerim! Bu dinlediğiniz benim acı yalnızlığımın şiiridir’ sözü ile bu hikayenin derkine en salih şekilde vakıf olacak olanın kadınlar olacağını anlamaktayız. Gencevi’nin yanısıra Feridüddin-i Attar’ın da şiirlerinin ağıt olarak okunduğu filmde estetik zevkin yanında hikmet de hedeflenmiş olup bu yönüyle insanın ahlakının doğru ve saf olması da amaçlanmaktadır.

Akla takılan tek bir soru var; Juliette Pinochet’in izlediğimiz bu filmde ne işi var? Bu sorunun cevabı mahiyetinde bir kaç nazariye yürütülebilinir: 1. Batılı kadının dahi doğulu kadınların sayısı kadar olmasa da bu şiirden, aşk hadisesinden nasipleneceği yerler var. 2. Kiarostami Pinochet’i ona o kadar az rol vererek kandırdı. 3. Onun gözünde Pinochet de sadece kendi memleketinin kadın oyuncuları kadar değerlidir. 4. Kiarostami kendi minimal çizgisini koruyarak filmini star oyunculuğu sevdasına kurban etmedi.
Sonuç her ne olursa olsun. Kiarostami bu yaşına rağmen hala şiirin insanlık için çok özel bir değer ve anlam ifade ettiğine inanıyor ve belki de insanın kendi adına kurtuluşunun burdan geçtiğine inanıyor. Ancak bu şiirdir ki bir çok modern sanata ve hatta sinemaya hakikatin ruhunu insanın kendinde hissetme imkanını verecek olan.

Not: Bu yazı Anlayış Dergisi’nin Mayıs 2009 sayısında yayınlanmıştır.

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir