İnsanın var oluşuyla ‘sınır’ kavramı da var olur. Adem’in sınırı yasak meyvedir. Sürgün herhangi bir sınırın çiğnenmesi ile başlar. Adem ve Havva yeryüzünde sürgündürler. Ayrıdırlar, yalnızdırlar, mültecidirler; arayış ve yakarış içerisindedirler. Tarihte başarıya ulaşmış kavimlere, millettlere hatta tek başına bir insana bakın geçmişinde mutlak anlamda yalnızlığını, arayışını ve yakarışını derinleştiren sürgün ya da gurbeti tattığına tanık olursunuz. Büyük aşkların hepsi de büyüklüklerini uzun süren ayrılık, gurbet ve sürgün dönemlerine borçludurlar. Sanatın kaynağında kopuş vardır. Koptuğu yerin adresini bulamamanın verdiği çaresizlik, ortada kalmışlık ve sonuçta yalnızlık; insaını, o yer için içten yakarışlarla dizeler söylemeye, resimler çizmeye, ritmler çalmaya, yalan-gerçek efsaneler anlatmaya götürür. Bunun en üst seviyesini Mevlan’nın mesnevisinin girişinde, sazlıktan koparılan neyin yurduna dönüş hevesiyle sese ve notaya gelen inleyiş ve sızlayışlarında müşahede etmek olasıdır.
Sinema sanat olma yolundaki en büyük gayretini yukarıda açıklamaya çalıştığım izlekten giderek göstermiştir. Sinema kayıp zamanın izinden gider. O zamanın var olduğu anı yakalayıp bizi koptuğumuz o mekana, duyguya geri çağırmaya gayret eder. Koptuğumuz, ayrı kaldığımız bir yer ve zamandır orası. Ondan ayrı kalarak bizler sürgünde ve gurbetteyiz. O yüzden de anılar ve hatıralar rüyalarımızı süslemekete anlık zamanın ve imkanın olanak ve lüksleri bizi hiç bir şekilde tatmin edememektedir. ‘Leyleğin Geciken Adımı’ adeta bu kaybolan, yitirilen insanlık değerlerine; lüks içinde, yüksek makamlarda, otoritenin de verdiği güçle şaşkınlaşan, vahşileşen insanın onurlu şekilde rücuunun resmedildiği bir film. Leylek adımlarını titrek atar çünkü güvende değildir. Yemeğin, azığın kendisinin olmadığını bilir. Yer yüzü de bütün nimetler gibi iki ayaklı iki kollu başka bir mahlukata aittir. O burada gökyüzünden ayrı düşmüş bir varlık olarak insana ait sınırlarda korkarak adımını atar. Bunu betimleyen en güzel sahne de filmin girişinde bir muhabirin Yunanistan-Türkiye sınır çizgisinin olduğu köprü üstünde bir ayağını Türkiye sınırına doğru uzatmasıyla askerlerin hemen silaha sarıldığı sahnedir. Ayak havadadır henüz ve muhabirin dediği gibi o ayak inerse artık o başka bir yerde olacaktır. Ya başka bir ülkede ya da başka bir hayatta…
Angelopoulos da Tarkovski gibi sınırlar var olduğu müddetçe yeryüzünde savaşın da var olacağına inanan bir yönetmen. O’nun hemen hemen bütün filmlerinde farklı sınırlarda, mültecilerin, sürgünlerin; gurbet, yalnızlık ve tabi ki aşklarını şiirsel bir sinematografi ile seyretmek mümkün. Mizanseninin özelliği olan uzun planlar, plan-sekanslar bizi kendi içimizdeki ayrılık ve sürgün yolculuğuna davet eder. ‘Leyleğin Geciken Adımı’ 1991’lerin Türkiye-Yunanistan sınırındaki mülteci kamplarında geçmektedir. 1988’de Saddam, Halepçe’de yaşayan kürtlere kimyasal silahlarla saldırmış ve 3 saat içinde 6.357 masum insan zehirlenerek can vermişti. WHO’nun raporuna göre ise katliamdan bugüne kadar 43.753 kişi ölmüş, 61.200 kürt sakat kalmış. Bu mülteciler kampında haliyle çoğunluk Halepçe’den gelen kürtlerden oluşmakta. Diğer yandan Arnavutluk’tan, İran’dan, Türkiye’den ve diğer Balkan ülkelerinden sığınmacılar kışın zor şartlarında açlık ve yoksullakla pençeleşmektedirler. Filmin baş kahramanı olan muhabir(Gregory Karr) bir belgesel çekimi için buraya gelir.
Eski ahşap vagonları kendilerine mesken edinmiş, odun soba borularının pencerelerinden dışarı sarktığı 7-8 gişinin birlikte yaşadığı mültecilerin yüzlerinde keder, acı, yalnızlık ve yabancılık vardır. Bütün vagonları tek tek gezen kamerada her yüz ayrı bir sürgün ve ayrı bir acıyı dillendirmektedir.
En başta bir Kürt’ten dile gelir acı sözler:
Kimyasal silahlar ve baskılar yüzünden ülkemizi terk ettik. Yunan-Türk sınırına vardığımızda tam 5 gün 5 gece aç ve sussuz kaldık.
Sonra bir Arnavut:
Sınırı geçtikten sonra gerçek işkence başladı. Ölümü ardımda bıraktığımı biliyordum. Özgürlüğe doğru yürüyordum. Hayatımda hiç koşmadığım kadar hızlı koştum. Taşlara ve yabani çalılara takılarak yuvarlandım. Hala ellerim ve ayaklarımda çürükler var…
Sonra bir İranlı:
Bir gün ayın ölmesini isteyeceğimi hiç düşünmezdim. Ölüm korkusundan olacak çocukluğumdan beri sevgi ve hayretle izlediğim ayın o gece ölmesini hiç doğmamasını istemiştim. Zira ay doğarsa ışığı bizi ele verecek ve bulunduğumuz yerde, sınırda vurulacaktık….
Muhabir mültecilerin yaşadığı gece kondularda hayatın nasıl devam ettiğine yönetmenin çizdiği kasvetli, puslu atmosfer ve solgun renklerin ruhta bıraktığı ölgün yaraların acısını duyarak bizi de gezdirir. Meriç nehri kıyısında ilginç bir düğüne tanık olur. Damat tarafı Yunan tarafında, Gelin tarafı da Meriç’in öte yakasında yani Türk tarafındadır. Sınır korumalarının kaybolduğu sırada bunlar saklandıkları tepe ve ağaçlar arasından çıkıp çalgılarını çalar ve düğün merasimlerini gerçekleştirirler. Aralarında nehir vardır. Kontrol Askerlerleri döndüğünde ise kaçıp kaybolurlar. Muhabir bölgede gezerken Askerlerin nehir kıyısında bir işportacıyı yakalamak üzere olduğunu görür. İşportacı, bir sal üzerine teyp düzeneği kurmuş ve iple salı akıntı yönünde karşı kıyıya göndermektedir. Karşı kıyıdaki insanlar sal, onlara ulaşana kadar müziği dinlemiş oluyorlar. Beğenirlerse kaseti alıp para bırakıyorlarmış. Haliyle bu işportacı kaçakçı konumunda addedilip tutuklanır. Muhabir’in bu sınır bölgesinde şaşkınlıkla izlediği acıklı olaylar bunlarla kalmaz. Halepçeden gelen kürt mülteciler yoksulluk, açlık ve işsizlikten dolayı çaresizdirler. Bunlar bölgeye daha erken gelen mültecilerle sürekli ekmek ve iş kavgası vermektedirler. Angelopoulos’un tek planla çektiği ve sinema tarihinin eşsiz sekanslarından birinde başta tren raylarının ortasında daire şeklinde oturan kadınların kürtçe ağıtları yükselir. Sınıra varan tren hareket etmeye başlar. Muhabir kenarda güvenliği sağlayan komutana ne olduğunu sorar. Komutan:
Özgür olmak için sınırı geçtiler ve buraya, bu bok çukuruna düştüler. Yeni sınırlar çizildi. Dünyayı küçülttüler. Hiç konuşmazlar. Sessizlik kanunu bu. Olay Hıristiyan Müslüman arasında mı? Türk Kürt arasında mı? Devrimci, Fırsatçılar arasında mı bilinmez.
Cümlesini daha tamamlamadan kameraya yukarıdan inen vinçe asılı kürdün cesedi girer. Önceki gün diğer mültecilerle ekmek kavgası veren kürt kendini asmış, ya da birilerince asılmıştır.
Muhabir tanık olduğu olaylar sonucu gittikçe kendi geldiği hayata, çalışma arkadaşlarına, eğlence ortamlarındaki maskeli yüzlere yabancılaşır. Elenie Karaindrou’nun müziği ile birleşen diğer uzun planlarda vicdan sahibi izleyici, hiç bir romantik ve ajitasyona mahal vermeyen duygularla kendi insanlık gerçeğinden utanarak, sınırların olmadığı, savaşların olmadığı, katliamların olmadığı insanın henüz insan kaldığı zamana, ordan dönmek istemezcesine gider. Nitekim muhabir de filmin sonunda, filmin ana yapısını oluşturacak olan politikacının hikayesindeki gibi artık buradan bu mülteciler, bu sürgünler diyarından renkli, şatafatlı ve lüksle donatılmış dünyamıza geri dönmek istemeyecektir.
Kızıyla birlikte patates satan bir adam (Marcello Mastroianni ) muhabirinin dikkatini çeker. Onu birine benzetmektedir. Dikkatlice araştırdığında onun yıllar önce parlemontada son konuşmasını yapıp aniden kaybolan bakanlık da yapmış büyük politikacı olduğuna kanaat getirir. ‘Yüzyılın sonundaki umutsuzluk’ adlı kitabıyla da dünyada ünlenen yazar ve politikacı Başbakanın ve devlet büyüklerinin katıldığı parlemento toplantısında kürsüde sadece aşağıdaki sözleri söyleyerek kimseninin yıllarca bulamayacağı bir şekilde kayıplara karışmıştır.
‘Kimi zamanlar vardır ki, Yağmurun sesindeki müziği duyabilmek için sessiz olmak gerekir’
Özür dileyerek kürsüyü terkeden büyük yazar ve politikacıyı konuklar kınamış ama ardından izine bile kimse rastlayamamıştır. Muhabir onun Fransız karısını bulur ve onları yüzleştirmeye çalışır. Karısına sadece bir not bırakmıştır.
Dokunduğum her şey beni yaralıyor. Seninle o yolculuğa çıkamayacağım. Artık hiçin hiç demek olduğunu anladım.
Film sonuna kadar patates satan köylünün o politakacı olup olmadığı tam olarak gün yüzüne çıkmaz. Ancak bu arayış sürecinde asıl arananın makam, şan, şöhret olmadığı tersine her hangi bir sebeple yurtlarından sürülen ya da kaçan mültecilerin acılarıyla acılanmanın insana yakışan bir değer olduğu ortaya çıkar.
Angelpoulos’un eşsiz kamerası sonsuz hareketleri ile başka bir dünyanın insanları arasına girerek kaybettiğimiz ve neredeyse özlemini bile artık duymadığımız insanlık değerlerini naif bir şiirsellikle karşımıza koyar. Bizi sürgün olduğumuz ve bu imkanlar tarafından kuşatıldığımız modern hayatımızdan; sessizliğin, yalınlığın, yalnızlığın, acının, açlığın, soğuğun, kimsesizliğin hüküm sürdüğü o kayıp ana götürür. Orada insan eli ile zamanında nasıl bir vahşete izin verdiğimizi hatırlarız. Öyle ki O onurlu yazar ve muhabir gibi orda, sürgün gibi gözüken yerde kalmak şu bulunduğumuz rehavet içindeki yerde kalmaktan belki daha sahici ve insanlığın geciken kayıp vicdanına daha fazla yakışan bir duruştur.
Not: Bu yazı Hayat&Sağlık Dergisinin Haziran-Temmuz sayısında yayınlanmıştır.