MODERN TÜRK ROMANI

Haziran 2005

Modern Türk Romanı incelemelerinin bir çoğu maalesef kendi edebiyat geleneğimiz hiçe sayılarak ya çok modern ya da post modern yaklaşımlarla değerlendirilmektedir. Bunda elbette roman sanatının( birkaç Rus ve Fransız romanı kenarda bırakıldığında sanat sayıla bilinecekse tabii) daha çok Fransız kaynaklı bir ithal ürün gibi durmasının payı büyüktür. Bununla beraber Türk roman geleneğinin halen bile yapı aşamasında olduğu bir süreçte bütün güzel örneklerine rağmen kendi milletine ait özellikleri bünyesinde barındırabilecek nitelikte olmadığı aşikardır. Zira bir sanat eserinin sanat eseri olması söz konusunu olduğunda elbetteki onu diğerlerinden ayırtan özellikleri olması gerektiği hepimizin kabulüdür. Bu ayrım biricik olma özelliği başta olmak üzere kendi geleneğindekilerle hesaplaşabilecek yapıda olması onlara da kendisinden sonra ayrı bir soluk ve renk vermesi ve zamana karşı direnmesinden başka önemli bir özellik de dil, duygu, hissediş, tarihsel ortaklık gibi hususları içinde barındıran bir milletin resmi olmasıdır. Maalesef henüz Türk romanı Türk Şiiri gibi Türk milletinin resmini verebilme yetisi ve biricikliğinden çok uzaktır.
Bir millet başka bir millet gibi teknoloji üretebilir, başka bir millet gibi giyinip yemek yiyebilir, hatta başka bir millet gibi düşünebilir de ama başka bir millet gibi hissediyorsa orda artık iki ayrı milletten söz etmek doğru değildir. Ortada bir birinin aynı bir tek millet vardır giyimleri ve yiyişleri farklı da olsa. Modern Türk şiiri Türk milletinin hissini verebiliyorken Türk Romanı okunduğunda kim kendisini bir Fransız ya da Rus gibi hissetmediğini söyleyebilir ki. Elbette bunda romanın o milletlerin bir sanat dili olmasının gerçeğini görmek gerekir ancak halen kendisinin romanını yazamamış bir milletin bu kadar çok sayıda roman okuyor olmasının sebebini bazı sosyolojik ve psikolojik çalışmalardan sonra herhalde cevaplandırabileceğiz.

Burada sanat eserinin evrensel olma problemi ortaya çıkıyor. Öncelikle kendisi olmayan hiçbir sanat eseri öteki de olamaz. Evrensel olan bütün sanat eserleri ayrı bir milletin ayrı bir his ve duyarlılığın kimlikleridir. Bir sanat eserinden söz ediyorken onun evrensel olması en çok kendi olarak bütün insan adına çektiği ızdırabtan kaynaklanıyor olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Evrensel bir dil ancak ortak bir kaynaktan gelebilir. Yoksa evrensel hiçbir dil yoktur, olamaz da. Bu üzerinde konuştuğumuz dil dahi kısmen doğrudur. Yüzde yüz tercümesi olan hiçbir sanat eserinden elbette ki söz edilemez. Bir insan Fransızca ya da Almanca konuşuyor olabilir ama öyle bir yere düşer ki bu dillerin o güne kadar kullanıla geldikleri kelimeleri onun o meramını anlatmaya yetmez kendi dili üstünde bir yaratıma ihtiyaç duyar işte burada Octovia Paz ‘ın “kelimelerin var oldukları ana geri dönmesi” diye tanımladığı bir dille bu derdi ve sıkıntıyı kendisinden uzaklaştırır. Bu durumda işte evrensel bir yaratılmış olabilir çünkü yeni eser artık o güne kadar gelinen Fransızca’dan ya da Almanca’dan daha ileri bir şeydir. Öyle ki dil kendisini kendisi de dili değiştirmiştir. Burada sanatçı sanat eserini yaratırken yine kendisi olarak kalmıştır. Bir Fransız ya da Alman her ne ise. Yani kendisine rağmen evrensel bir dil geliştirmiştir. Artık o onun malı değil bütün bir insanlığın ortak sesi olmuştur. Bu en çok şuna benzetilebilir: bir hayvan bir yerde çığlık attığında bizde belirginleşen nasıllığından çok ne içinliğine. O hayvanın nasıl bağırdığı değil önemli olan ne için bağırdığıdır. Dilimizden ,kültürümüzden ayrı bile olsa biz o hayvanın çığlığından gerek kişiliği ile ilgili gerek bulunduğu tehlikeli durum ile ilgili çıkarsamaya evrensel olarak sahip olabiliriz. Çok acı bir çığlıksa ya ölüm ya da yırtıcı bir hayvanın saldırısına maruz kalmıştır. Çıkardığı sesle ilgili de kişiliğine ait bazı ip uçlarına sahip olmamız çok zor değildir. Elbette tam onun gibi ya da ona daha çok yakın olmamız için onun gibi bir hayvan ya da onun durumuna düşmeye yakın olmamız gerekirse de onun en çok o olduğu hal bize de yakın bir haldir. Çünkü öyle bir hali vardır ki insanın Paz’ın kelimeleri gibi var edildikleri anın çıplaklığıyla ortak özellikleri daha fazladır. Bunu çok yakalayabilen sanat eseri elbetteki dil ile konuşan insan işin şiirdir dersek yanılmayız. Zaten o hayvanın çığlığını da İsmet Özel “şiir okuma kılavuzu” nda insanın şiirine benzetmektedir.

Gelelim bir tam bir sanat eseri sayamadığımız Türk romanın çok okunuyor olması problemine. T.S. Eliot der ki: “bir eser çok ilgi görüp okunuyorsa, çok satılıyorsa çok rağbete değer sayılıyorsa ondan uzaklaşın zira ona gösterilen bu ilgi ondaki sanat eseri özelliğinden çok başka özelliklere gösterilmektedir. “Ya yazarının toplumdaki konumuna, ya belirli bir misyon için yapılan reklama ya da toplumun seviyesi düşük aklı bunu yüceltmektedir. Gerçek bir sanat eseri hiçbir zaman çoğunluğa yaratıldığı zaman sürecinde seslenmez. O zamanı aşan özelliğiyle kendinden sonraki nesil ve çağları hedefler. Bu minvalde piyasada bir süre çok tutulan müziklerin,şiirlerin ya da romanların çok değil bir yıl bile geçmeden unutuluyor olmasının sebebini kavramak için fazla kafa yormaya gerek kalmayacaktır.12 baskı yapan Tuna Kiremitçinin romanını bir yıl sonra kaç kişi hatırlayabilecek bilmiyorum ama Tanpınar’ın “saatleri ayarlama enstitüsü” daha çok okunacağa benziyor.

Dil ve üslup değerlendirmesine geçmeden önce roman dilini şiir dilinden ayırtan bazı özelliklerini belirtmekte fayda olacaktır. Bizim gibi köklü bir şiir geleneğinden gelen bir milletin roman yazarken de roman dili bazen şiir diline karışırsa şaşırmak gerekir. Yoksa roman dili, şiir dili gibi terimler de aslında çok doğru olan terimler değil. Dillerden söz ederken ancak Fransız, Türk, Almanca gibi belirli bir grameri ve sistemleri olan dillerden söz edebiliriz. Biz derdimizin en azından bir kısmını anlatabilmek için en azından belirli bir süre bu kavramları kullanmakta maalesef bir beis görmeyeceğiz.

Şiirdeki ritim sayesinde belirli bir zaman mevhumu ortadadır. Zaten şiiri insana yazdırtan an da bu zamana ve ritme paralellik arz eder. Şiirdeki ritim döngüsel olup nerde başlayıp nerde bittiği belli olmayan sürekli değişen bir yapı arz ederken ve bu da kendisine akıldan daha aşkın bir mantık yaratırken romanda ya da düz yazıda ciddi bir ritim olmamakla birlikte var kabul edilen ritim de döngüsel olmayıp doğrusaldır. Bu romana ya da düz yazıya ancak aklın pençesinde bir mantık yaratabilmektedir ki bundan bağımsız da bu metin bir tat vermez ve anlaşılmaz da. Düz yazıda anlaşılmak hedeflenirken şiir de böyle bir gaye hiç yoktur. Roman tam da bunun arasında bir yerdedir. Belirginlik ve belirsizlik arasındaki toplumlardan ya da karmaşa ve mahremiyetin kalmadığı toplumlarda gün yüzüne çıkmış olması da bununla ilişkindir. Nitekim psikoloji biliminin de Avrupa’dan vücuda gelmesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Ancak Türk Romanından söz edeceksek bunun en çok anlaşılmaktan ziyade hissedilmeğe yakın olması gerektiğini söylemekten çekinmemiz lazım gelir ki bu da Türk şiirinin bizi getirdiği noktadır.

Şimdi Tuna Kiremitçi’ nin sıradan sanki ithal edilmiş romanının dil ve üslup incelemesine geçeceksek ondan biraz önce roman ve gerçeklik mantığına bağlı olarak kendisinin bazı mantık hatalarını önceden belirtmiş olalım. Mutfakta bulaşık bezinin altında tahta kurusunun işi olmaz. Yağmur yağmadan topraktan toprak kokusu gelmez. Bunlar tabi ki Kafka ‘nın öykülerindeki gibi kendi öykü mantığı çerçevesindeki olağan üstü olaylara benzemiyor tabi ki. Yoksa an gelir öyle bir dil kullanırsın topraktan yağmuru çıkarırsın yetmez istediğin böceği istediğin yerde saklayabilirsin kimsenin diyeceği de olmaz. Ancak bu durum roman bütünlüğündeki mantıksızlık hatalarından sadece bir kaçı sayılabilir. Verilen Orhan’ın psikolojisine de yaptıkları çoğu zaman uymamaktadır. Camu’nun “yabancı” sındaki gibi değil tabi bu. O ne yapsa Absurde dilde kendine yer bulabilirken. Orhan yalnızlık dilinde Mehmet kadar yaptıkları garipsenecek veya şaşılacak bir kişilik olamamaktadır. Romandaki dil şiirdeki kadar belirgin bir mantık örgüsü doğrultusunda kendini yaratamazsa da hiçbir romanın dil ve üslup mantığından bağımsız kaldığını da cesur bir şekilde ifade etmek mümkün olamamaktadır. Hatta Proust, Kafka ve Dostoyevski gibi büyük romancıların şiire benzer mantıksızlık içinde ayrı bir dil ve üslup mantığı yaratabildiklerine de tanık olmaktayız.

Hüseyin Cöntürk’ ün “Çağının Şairi” adlı kitabında belirttiği ayrımları da hatırlayarak sözlü ve yazılı dili değiştirebildiği kadar ve kendisi de bunların formlarına büründüklerinde değişebildikleri oranında var olan “öz” önemlidir. İtiraf etmek gerekirse Kiremitçi yer yer içindeki yalnızlık ve gariplik özü sayesinde bazen kullandığı dille Türk diline yeni imkanlar ve yeni formlar da kazandırabilmektedir.

You May Also Like

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir